18 Aralık 2016 Pazar

BİR DELİNİN GÜNLÜĞÜ -1



   Bakırköy Tımarhanesi, en sessiz günlerinden birini yaşıyordu. Ortalıkta ins ve cin arasındaki futbol müsabakasını izleyenler arasında pek hazindir ki Tahir yoktu. Tahir nerdeydi, tabi ya! Yine sırçalı köşkündeki tahtından nam-ı diğer şeref tribününden keyifle maça dalmamıştı. Gözleri bir noktaya odaklanmış, hayaller aleminden onu geri çağırıyorlardı





  1 Mart: 

Ev sahibi yüzünde tuhaf bir gülümseme ile beni köşe basına kadar kesti. Nedir bu kadının derdi anlamıyorum.Memuruz anladık ama bu nedir arkadaş!  Bizde severiz. Hem de ben tereyağı kıvamında. Reçel tadında. Sabah masadaki hazır kahvaltı gibi… Öyle bir severim ki bir bakmışın halay başı olmuşum. Sevda kuşun kanadında ise bizde minibüste cam kenarındayız.

2 Mart: 

Soğuk, ıslak ve daracık sokak arasından çıkıp gelen yeşil gözlüm, gönlümün bam telimi titreten "günaydın" deyişini duysam. Ah u len yanımda olacaktın ki şimdi seni ne güzel severdim. Umutla başlayan günüm, dönüş yolunda minibüsteki nesli tükenmeyen teyzelerin bekarlığım üzerine yaptıkları dedikodu seanslarıyla bitiyordu... Öte yandan soğuk yine evimizden gitmek bilmiyordu.

7 Mart: 

İzin günüm ile komşuların altın gününün çakıştığı bugün, açık çayın yanında komşu babaannelerin kurabiyelerinin tadına bakıyorum... Ah teyzeciğim elinize sağlık. Bu kadarı kafi... Tamam ama teyze senin görümcenin kızının kuzeniyle niye tanışayım, nesin sen he! Beni neden tahtımdan indirmeye çalışıyorsun. Ben sultanım, emrederim, sonrada kalkıp kendim yaparım, kimseye de yük olmam... Neyse altın gününüz mübarek olsun, ben tahtıma çekiliyorum.

12 Mart: 

Bugün de diğer günler gibi...Patronun yine dilinden fırça hiç eksik olmadı.. Yüzüme yüzüme fırçaladı namussuz...Gel eski yerimizdeçayın yanında iki lafın belini kıralım senle,eskiyen ömrümüzün yamasını dikelim. Yama demişken bu bayram kendim için terzi Remzi abiye nefis bir takım elbise ısmarladım, üzerimdeki fakirliği alsın diye... Zira ay sonuna doğru üzerime ağır bir fakirlik çöküyor, üzerinize afiyet ay sonunu zor getiriyorum.

 15 Mart: 

Küresel yalnızlığa kürek çekmekten kas yaptım iyice, sende de ne inat varmış be... Değerli yalnızlık mı dedi biri? Neyse, kulağım çınlamış. Tamam biz sürekli peşindeyiz de sende bir dön arkana bak, geride hasretini ekmeğine katık yapmış biri var...Son zamla  birlikte ekmeğe olan saygımızda bir azalma olmadı ama fırıncılık camiasına iki çift lafımız hazır.... Nedir bu yani  fakirliği bile ağzımızın tadıyla yaşayamayacak mıyız?

17 Mart: 

Kısa mesafe bakışların beni depara kaldırmasından artık yoruldum, bakışlarımızın kesiştiği yerde buluşalım lütfen.Sabah hışımla patronun odasına bir dalmışım, üfff... Görmeniz lazımdı. Dedim,bana bak Muhsin,bunca yıl bu lanet sektöre gençliğimi verdim, yeter artık. Ben saksı değilim. Bana da zam yapacaksın. Şimdi odadan çıkıyorum ve muhasebeye gidiyorum. Zamlı maaşımı beyaz bir zarfın içinde göremezsem buraya tekrar gelir ve senin o lanet kafanı... ben cümlemi  bitiriyordum ki patron cümlenin içindeki zam kelimesini duyunca fenalık geçirdi,yere yığıldı... hastaneye kaldırdık bir gece başında bekledim bir
ara gözlerini açtı ve bana yıllık bazda binde 10 zam verdi. Saygımızı sunup bel fıtığı olmadan odasından çıktım. Omzumdan minik bir yük eksilmiş oldu. Buna da şükür tabi… Kavulmaktan iyidir.

19 Mart:

 Bugün erken kalktım ve kendimi ödüllendirdim. Kahvaltıda Leyla baş köşedeydi, bize açık bir çay, biraz peynir biraz da zeytin eşlik etti... O yine tabağına dokunmadı... Onu saraylarda yaşatacağım.Biraz sabret inşaat başlayacak yakın da dedim...
Bugün yine patron bana pis işlerini yaptırdı karısının köpeğini çişe çıkarmamı akabinde ona göz kulak olmamı sonrada lanet olası işime tekrar dönmemi emir buyurdu, az kaldı bu köle taciri patrona haddini bildirmeye…

Gece yine yâdıma düştün, gömüldüğüm koltuğumdan kalkıp bir çay koydum.Perdeyi aralayıp dışardaki yalnızlığa kadehimi kaldırdım. Geleceğe ve umutlarıma dair kısa bir inkısâr-ı hayalden sonra çayımı yudumladım. Demli bir cayınçözemeyeceği dert mi olurmuş.

20 Mart: 

Gece çayı fazla kaçırdım galiba sabah baş ve mesane ağrısı ile uyandım.  Sabah sporumu bu kez sokak köpekleriyle yaptım, onlar kovaladı ben kaçtım. Aralarında olayı ciddiye alan oldu.  Şuanda hastanede sporun bana kattığıanlamı ve sporcuya verilen değeri sorgulamaya başladım...

29 Mart:

 Serengeti de sabaha, geceden hüzün ve kırık kalpler dışında, umut ve garip bir karın ağrısı ile uyandım... Aşkın kimyası çözülmüş diyorlar, sen ne diyorsun dediler bende nasipse oda olur demekle yetindim...

30 Mart:

 Kahvaltımı iş yerindeki masamın çekmecesine gizlediğim babaannemin elmalı kurabiyeleri ile yaptım. Ay sonu patron yine yok, havalar hüzünlü, gökyüzü yağmur ağlıyor... Toprak Leyla kokuyor. Ev sahibi yolumu gözlüyor, maaşı beklediğim gibi gelmiyor ve ben sana geliyorum Allahımmmm.








8 Kasım 2016 Salı

Kayıp Günlük







   Sana geldim
Umudun ve sevdanın ustası
Yaralarım kanıyor yorgunum

Gözlerinin duldasında
Deliksiz bir uykuya
Sana geldim bu gece konuğunum...

BİR GÜN

   Bir oğlan bir kızı sevmiş diyecekler, ayrılık onları bulmadan her şey anlamlı ve kıymetliymiş..
   Küçük dünyasında hayalleri için yaşayan, beklentisi bir fakirin mutluluğu kadar olan, küçük sebeplere bağlayarak hayattan daha fazla huzur almaya çalışan biriydi fakat son günlerde kırık hayalleri ve yüzünde anlamsız bir keder vardı diyecekler...Bu şehrin insanlarını anlamıyordu, aslında diğer şehirlerdekiler de pek farklı değilmiş.  Mutluluk ve huzuru yalancı şeylerde arayıp geçici hazlara büyük bedeller ödeyerek sahip olmak istiyorlardı ve bunda da gayet güzel ısrar ediyorlardı derdi.   
 Zamansız gelen yarınsız sevdaya hiç beklemediği bir zamanda yakalanmıştı. Unutmamak için sevmişti, ta derinden ve samimi... 



İkinci Gün

   Güne huzurla nasıl başlanır bilir misin? uykunun son demlerinde ikimizin şarkısı olsun dediğin şarkının sesiyle gözlerini açıp onun hayaliyle uyanmakla olur. Hemen kalk ve mutluluğa koş. Bu soğuk hava da o içindeki sıcaklığı hissettin mi? Heyecanını koru, derin nefes al ve karşısında saçmalamamaya çalış. Sev onu. İçten. Samimi ve her haliyle.

O Gün

  Bugün ne güzel bir gün, hava şartları ve zemin âşık olmak için çok uygun. İlk karşılaşma.  Mesafeler kısılıyor ve gülen gözleriyle tanışma zamanı yaklaşıyor.  Uzaktan o gelişi yok mu.kurumuş topraklar canlanıyor. Yeni güller. Etrafa güzel kokuları yayılıyor ve gülen gözleri taa içten parlıyor.  Gülümsemesi kalbimi durduruyor. Aman Allahim.  Göz gördü gönül sevdi. Benim günahım ne burada? Sen öyle güzel bakarsan bana bende sana âşık olurum tabi. Ah! İşte O an ben, derin karanlık kuyulara düştüm.  Konuştun ve Tutup çıkardın beni. Gözler ve sözler. ?Ölüm ve yaşam... Sen ve ben...

 Kendimi ona bıraktım, aldı ve götürdü. Bir masa. Ortasında iki limonata. Karşımda mutluluk. Ortamda eksik olan tek şey: limonatanın tadı. O konuştu ben gözlerin de gezintiye çıktım. Neler anlattı acaba kim bilir? Dalmışım Gözlerine, kendime geldiğimde bize ayrılan zamanın sonuna gelmiştik. Neyse kalktık, önden bayanlar. 
Yan yana Yürümenin tek güzel tarafı ne biliyor musunuz ? kokusunu sürekli alarak gitmek. Fakat gözlerini göremedik den sonra niye fazla yürüyelim. Oturalım çay içelim. Gözlerine bakakalayım yine, çayımız soğusun. Bide kahve söyleyelim yanında çikolata kaplamalı kahve çekirdekleri olsun, sonra kahvemizin falına baktıralım; senin falında benim ismimin baş harfi benimkinde tüm ismin çıksın.  Muhabbetimiz hiç azalmasın. Bu defa limonatayla idare ettik ama  Canımız sağ olsun. Seninle bu saatten sonra şekersiz cay bile içerim.


O Gece

Saat 23.30. Kendimi gözleri tavana dikmiş halde hatırlıyorum. Üzerimi değiştirmeden  atmışım kendimi, yemek yemeyi bile unutmuşum.Evine bırakalı ve ardından bakakalalı tam 5 saat 32 dakika olmuş. Buluşmamız heyecanlı olmuştu ama ayrılık hüzünlü oluyormuş. Buna bir çözüm bulmak lazım.


Sonra sen gittin,  niye gittin ki ama;  biz çok iyiydik. Belki hayat bize güler yüzünü gösterirdi.



 Senden Sonra Bir Gece

  Dun gece rüyamda seni ne kadar çok sevdiğimi söyleyecektim ki !. Bana baktın baktın sanki
Bir yabancıya bakar gibiydin. Arkanı döndün ve gittin; hiç bir şey söylemeden. Ardın sıra bakakaldım. Sonra koştum ama sen benden daha hızlıydın. Gitme kal. Beni bırakma sensiz deme fırsatı vermedin.
    Gittin. Gittin ve sustun. Senle birlikte papatyalar sensiz, sahipsiz ve kimsesiz kaldı. Gittin madem en azından arkanda hasretini, sevgini özlemini bırakmasaydın. Bu nasıl bir ayrılıktır: ne bir ses ne de bir söz... Neydi o öyle.  Koşarcasına gitmek; sana yetişemeyeceğimi bile bile...


Başka Bir Gün

     Hiçbir sebep yokken sana gelişi güzel içimi dökmeye geldim. Bugün hava yalnızlık kadar soğuktu. Hüzünlü gri bulutlar ve ardından yağmur... Sen seviyorum
Dediğin için yürümek istedim yağmurda. Seninle birlikte aniden bastıran yağmurda
şemsiyesiz kalmak isterdim. Biraz yürürdük belki sonra tüm cesaretimi toplayıp elini
tutardım. Önce gözlerine bakar sonra başımı gökyüzüne kaldırıp sözümü sadece yağmur damlalarının kesebileceği bir anda 'seni seviyorum' derdim.



  Ne olacaksa senin yanında olmalı, gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldığımda
Aklıma senin Işıldayan gözlerinle bana baktığını ve içimi ısıtan gülümsemeni görmek
bana nasıl huzur veriyorsa, nefesi verip gözlerimi senin olmadığın bir geleceğe açmakta o derece keder ve hüzün veriyor....Değil mi ki, kavuşmalarımız topal. Ayrılıklarımız koşar adım.


  Bu Gün

  Birini çok düşünürsünüz ve onu çok görmek istersiniz  ya elbet bir gün bir yerde ve beklenmedik bir zamanda görebilirsiniz. O sizden ne kadar kaçmış olsa bile. Onu öylece uzaktan seyre dalarsınız, yine her zamanki gibidir;Kıvırcık ipeksi saçlarıyla gül yüzüne kondurduğu o gülümsemesi, çakmak çakmak gözlerin de kendinizi bulduğunuz o gözleri... Köşe başını dönüp de gözden kaydolduğunda kısa süreli sevincin boğazında düğümlendiğini fark edersiniz.

  Der misin ki bir gün;
"inşallah çok bekletmedim seni.".
.
.
.
.



24 Temmuz 2016 Pazar

Mücella-5



  
Bir şehir kadar kaIabaIıktır bazılarının yaInızIığı...


N.A
  Mevsimler,  geçmişten birer parçamızı alarak ilerliyordu, durmak bilmeyen zaman, sevdamızdan gayri her şeyimizi tüketiyordu. Sevdamız halen tazeliğini koruyordu fakat özlemimiz ve hasretimiz zamana yenik düşmeye başlamıştı
  Mavi gökyüzü kendini gri bulutların hâkimiyetine bıraktığında, sevdanın ateşi gönlümüzde yanmaya devam ediyordu. O'nun gidişi benden çok şey götürmüştü, tekrar toparlanmam yine O'nun sayesinde olmuştu. Ama bu sefer bir yanım eksikti.

   Hastaneye son zamanlarda pek sık gider olmuştum, ben bir hastalığımın olduğunun farkındaydım fakat bana ne olduğunu söylemiyorlardı, bende zaten öğrenmek istemiyorum. Nedense artık yaşamak için bir mücadelenin içine girmek istemiyordum. Sebebim sebepsiz gideli, hayattan tad alamaz olmuştum...

  Kurumuş yaprakların rüzgâra esiri gibiydim, halk içinde garip kalmıştım... Artık hastaneye de gitmek istemiyordum... Ne olduğunu bilmediğim hastalığın tedavisinden ne fayda bekleyebilirdim. O'nun kokusunu aldığım bu sokaktan, mahalleden ve bu semtten biran önce gitmeliydim. Aramıza onca mesafe ve zaman girmişken bile bitmeyen bu özleyiş, benim buralardan gitmemle bitecek miydi?

   Uzaklardan bir haber bekler gibi bekliyordum seni, belki özlersin de, yaşanabilir hayat için umut olursun...

  Evden çıktığımdan bu yana koyu soğuk bir yalnızlık beni çepeçevre sardı. Uzun süren yolculuk dan
Sonra muhitin de attar Mehmet Efendi diye bilinen dedemin köyüne vardım. Ben gelmeden halimi
 Öğrenmiş. Beni Normalden daha fazla bir şefkatle karşılanmıştı. Gönül ehlidir dedem. Konuştuğu vakit dudaklarından dökülen hikmetli sözlerle ruhunda huzuru hissedebilirdin. Neden Daha önce gelmedim dedirtiyordu insana...

N.A
 Günler dedemle daha huzurlu geçiyordu, sık sık çevre köylere ziyarete gider, oralardan şifalı bitkiler toplayıp dönerdik. Dedem, her gittiğimiz yere bahçede özenle yetiştirdiği güzel çiçeklerden bir saksı
 götürüyordu. Eski dostlarını ziyaret etmeyi çok severdi. Onlarla muhabbet tazeler, yardıma ihtiyaçları olanlara da yardım ederdi...
  Günler haftaları ayları tüketirken bu köy; kalbimdeki sızıya ruhumdaki karanlığa şifa olmuştu. Sık sık yaptığımız hasta ziyaretleri neticesinde az olsa bitkiler hakkında bilgi sahibi de olmuştum. Dedeme çıraklık yapmaya başlamıştım. Bitkilerin o sırrına ermek bana huzur veriyordu, karanlıktan aydınlığa çıkartıyordu...
   Bazen geceleri de kapımızın çalındığı oluyordu, insanlar telaşla ne yapacağını bilemeden dedeme koşuyordu. Dedem de insanları yardımsız bırakmıyordu ne vakit olursa olsun yardıma koşuyordu.
 Yine bir gün, gundüzü sıcak mı sıcak bir günün akşamına garip bir şekilde gökyüzü gri bulutlar sarmaya başlamıştı. Aniden yağmaya başlayan yağmur köy halkını hazırlıksız yakalamıştı, sokaklarda oynayan çocukları, tarlada bahçede çalışan köylüyü... Uzun uzun yağmıştı, gökyüzü suyu tuttuğunda ve yeryüzü suyu yuttuğunda geriye zail olan emekler, yıkılan evler, kaybolan hayvanlar ve insanlar, yükselen ağıtlar ve çığlıklar...

  Korku ve Ümit arasında geçen bir kaç gün sonrası yaralar sarılmaya, hüzünler dağılmaya umutlar tekrar yeşermeye başlamıştı. Bu arada dedemle bana çok iş düşmüştü. Her gün 5-10 hastaya bakmaya gider olmuştuk. Bazen tedavisi kolay hastalara beni tek gönderiyordu dedem, ilk başta korktum çekindim ama sonra annemin bana hastalandığımda içirdiği basit şeyleri düşününce aslında çok da zor olmadığını fark ettim.
 
N.A
   Soğuk havanın camı buğulandırdığı bir sabah dedemi yatakta halsiz bir halde gördüm. Tedavi edilme sırası ona gelmişti. Bana yapmam gerekenleri söyledi ve ona güzel bir karışım hazırladım. Yatıp dinlenmesi gerekiyordu. O sırada bahçe kapısı aralandı. Dedem rahatsız olmasın diye hemen dışarı çıktım, bahçede yaprakları henüz dökülmemiş güllerin arkasında gözlerinden yaş süzülen genç bir kız bekliyordu.  Kıyafeti dikkatimi çekmişti, alelacele seçilmiş ev halini dışarı taşımış gibiydi.  Doğal masum bir bakışı vardı,  bana doğru yürürken ayağında ayakkabı dahi yoktu... Ayağında terlikle, ağlamaklı ses tonu ve yardıma muhtaç duruşu ile annesinin çok hasta olduğunu güçlükle söyleyebildi ve dedemin bir an önce gelip bakmasını rica etti. Ne yapabilirdim ki gözü yaşlı bir kızın bu ricasını dedemin hasta olduğunu söyleyip geri çeviremezdim. Genç kız önümde ben arkada yola koyulduk... köyün daha önce hic gitmediğim bir mahallesine kadar hiç konuşmadan onu takip ettim

  Fakirliğin sık uğradığı bir mahalleye benziyordu... Eski kırık dökük tahta bir kapıdan geçerek, toprak
damı ayakta tutan dört duvara sığınan dede nine ve torun... Odanın ortasına kurulan eski bir soba etrafında iki yer yatağı... Biri toplanmış düzenli, diğerinde genç kızın dedesi ve başında ateşini sirkeli bez ile düşürmeye çalışan ninesi... Odaya girer girmez rutubet kokusu genzimi yakmaya başlamıştı. Oda soğuktu, kırılan camın üzerine yapıştırılan kartondan odaya giren ışıkta azalmıştı. Bir yaşamın burada sürdürülüyor olması beni vicdanen rahatsız etmişti. Kalben huzursuz olmuştum, ne hayatlar yaşanıyordu, ama biz verilen nimetleri göremez olmuştuk. Buda bizi depresyon deyip oyalayarak yaradana isyana sürüklüyordu...


  Dedenin ateşi biraz düşmüştü ona dedemin öğrettiği karışımlardan içirdim. Bir sure sonra kendine
Geldi ve derin bir uykuya daldı. Aynı karışımdan biraz daha verdim nineme, müsaade isteyerek ayrıldım.  Ninem kapıya kadar bana eşlik etsin diye torununa seslendiğinde genç kızın adini da öğrenmiş oldum; süs ve ziynet anlamında Zehra... Kapıdan çıktığımda hala gözlerinde o masum ifade vardı,  dönüş yolundan eve gelene kadar hâlâ o ortamın etkisinden kurtulamamıştım...






3 Temmuz 2016 Pazar

Mücella-4




 ...Paramparçayım                                                   
  gel sen onar
 beni.....


Günler; sahur-uyku, iftar-teravih-uyku, pide kuyruğu arasında aşk hızıyla geçiyordu...
  Son günler de mücellayı göremez, gülüşünde teselli bulamaz olmuştum...Şehir dışına teyzesinin yanına gitmiş beni de yolunu gözler halde bırakmıştı... Suskunluğuma yokluğu cellat olmuştu. Derinler de büyüyen hasreti içimi yakmaya beni de mecnuna çeviriyordu...
                                                           
Umutsuzluk mu,yoksa ince derin bir şikayet mi?
Yoksa
Faaliyet içinde geçen gece ve gündüzlerimizin bizi bıraktı
ğı anlarda kalbimizi eline geçiren ve henüz mahiyetini anlamadığımız melal mi?

  Normalde rutin sakin sıradan hayatım, artık daha da sıradan olmuştu... Yemeden içmeden kesilmiştim, dışarıdan bakılınca hasta bile görünüyor olabilirdim. Annemin endişeli bakışlarını, beni teselli edici önerini, sevdiğim yemekleri yapmaya çalıştığını görmek içine düştüğüm durumun etkisinin dışarıya nasıl yansıdığını gösteriyordu. Ve sonra bir gün...

Dedi ki anam:
Büyü o
ğlum
Tez büyü
Bu acı
Senden daha büyük
Olmadan...

Günler onsuz geçerken, mahallenin ileri gelenleri ramazanın ruhunu genç nesillere yaşatmak istiyordu. Renkli neşeli mahalli sakinleri hep birlikte toplanıp bir mahalle iftarı planlandı.Ben her sıkıcı günler de olduğu gibi tüm gün balkonda oturup Mücellayı bekliyordum..doğru kaç gün olmuştu buralardan sessizce gideli...Gidişiyle benden ne çok şey götürmüştü.
  Kendimi biraz toplayayım diye annem sokaktaki iftar hazırlığına yardım etmemi istedi. O çocukların hevesle çalışma isteklerini görünce bende kendimi hazırlıkların içinde buldum. Masalar ,sandalyeler, ışıklandırmalar, çocuklar için süslemeler...
  iftara doğru mahalle sakinleri ellerinde yemeklerle masaları donatmaya başlamışlardı. birer ikişer derken kısa sure sonra onlarca aile masaları doldurmuştu,yetmediği yerde  çocuklar için özel sofralar kuruluyordu...hava kararıp ışıklar da açılınca görülmeye değer hoş bir manzara ortaya çıkmıştı.. Masalar da  çeşit çeşit nefis ev yemekleri...çorbasıyla, et yemekleriyle, farklı yöresel börek çeşitleriyle, sütlü şerbetli tatlılarıyla, renk renk meyve şerbetleriyle, buz gibi su dolu sürahilerle...masaya en son gelen, kokusuyla tüm masadaki ilgiyi kendine  çeken, ramazana özel pide de geldiğinde....herkesin kulağı kandilleri yanan mahfillerle bezenmiş caminin muezinindeydi...ak sakallı dedelerin nur yüzlü  ninelerin ağızları dualı, çocuklar heyecanlı , sevinçli birazda sabırsız... gözler büyüklerin de... yemeğe onlar başlamadan başlanmayacağını bilecek kadarda edepli...
iftar öncesi yapılan duanın kabul olduğunu bize öğreten mahallemizin sevilen   büyüğü Süleyman efendi, bize o latif sesiyle yaptığı duasının sonunu her seven  sevdiğine elbet bir gün kavuşacak müjdesiyle bitirdiğinde, uzaklardan o top sesi ve hemen ardından ezan sesi bana biraz huzur vermişti.


Aminler gök kubbede ezan sesiyle buluştuğunda,  susuz dudaklar suya..acıkan  nefisler yemeklere kavuşmuştu.Bir yudum su bana yetmişti. Oturduğum yerden  etrafı,  oruç tutan çocukların sevinçlerini seyrettim. Ya çocuk olmalıydık ya da deli...Bu dünyanın sıkıntısı başka türlü çekilmezdi...
Yemekler yendi, üzerine de enfes bir çay servisi yapıldı. Süleyman efendi bize teravih öncesi bir hikaye anlatmak istedi...böyle şeyler hiç huyu değil diye biliyordum ama bize leyla ile mecnunu anlatarak içimdeki yangından haberdar olduğunu ve bana yardım etmek istediğini mi söylemek istedi. Şaşkınlığım  henüz geçmeden Süleyman efendi yanına da çocukları alarak teravih için caminin yolunu tutmak için ayağa kalkınca yanına vardım bana :

Evlat,
Tek kişilik sevgi buz dağını eritmeye yetmiyor. Sevgin büyüdükçe içindeki acı   da büyüyor.  dedi.


İftarlarla sahurlarla ramazanın da sonuna gelmiştik. Artık iyice kötüleşmiştim, yemek yiyemez , kimseyle konuşmaz olmuştum.  Nadiren yataktan çıkabiliyor, biraz balkonda hava alıp tekrar odama çekiliyordum. Biraz kendimi topladığım vakitler mücella için şiirler karalıyordum.Bu arada annem halime dayanamayıp mücellanın annesinin yanına gidip, benim durumu, mücellaya olan sevdamı, ve bunun beni ne hale getirdiğinden bahsetmiş. Benden habersiz yazdıklarımdan bir kaçını da zarfa koyup mücellaya vermesi için annesine vermiş... Bütün bunları ben ancak kâğıtlarımı  bulamadığım zaman öğrenmiştim.

Ramazan bitmiş, bayram arifesinde annem elinde bir mektupla  odama   geldi. Mücellanın bana mektup yazdığını söyledi...heyecanla  zarfı yırtım. Kağıtta sadece kısa bir not vardı...

Niye yazıyorum ki bunları. İçimiz bir dolap değil ki açıp bakalım. Açıp gösterelim. Yine de anlatıyoruz ama. Bizi fark edince eşyaların arasına gizlenmeye çalışan bir böceğe benziyor anlattıklarım. Gelecektim. Ama daha bir kötü hatıram olsun istemedim.

Bir şey söylemedi. Ben de nasıl devam edeceğimi bilemedim . . .defalarca okudum, okudum, okudum...ama bunları söylemesine bir sebep bulamadım. Neden ne olmuştu ki benim bu halim onun için bu kadar önemsiz olmuştu....
Uzun bir sessizlik oldu...uyudum sanmıştım, fakat gözlerimi bir hastane odasında açtığımda durumun ciddiyetini anladım. Baş ucumda annemi gözlerimi   açmamı beklerken buluyorum.

                                     ÷     ÷     ÷      ÷      ÷      ÷       ÷



    Çok uzaklarda bir yerde,çiçeklerle süslenmiş huzur dolu bir bahçede tek başına oturmuş elindeki  nota gözlerinden süzülen yaslar damlarken uzaklara dalan mücella...mürekkebi akan yazılarda ahmetin sevdası...

AyrıIıkIa başım belada Gözlerini çevir gözlerime Yoksa ben Sensiz bu   sessizIikIe.Deli gibiyim sensiz bu sensizIikIe.

Yaslan göğsüme sevdiğim
Benim gönlüm gök gibidir açık deniz gibidir
Pas tutmaz benim içim yeryüzü gibidir
Toprak gibidir
Sen ki bulut gibisin
Ay gibisin güneş gibi bazen


Mehmet Akif İnan, Erdem Beyazıt, Cahit Zarifoğlu'na selam olsun....

                                                                                                MÜCELLA-5

19 Haziran 2016 Pazar

Mücella-3





  Davulun sesi uzaktan hoş gelir derler yaa… Onu diyen atamın gözünden öpmek istiyorum. Her yerinden öpmek istiyorum… Bu sözüyle resmen doksana çakmış. Gecenin ikinci çeyreğinde gök kubbe ramazanın demirbaşı, olmazsa olmazı davulun sesiyle dolmaya başladığında, göz kapaklarım yer çekimine meydan okumaya çalışıyordu. . Davulun sesine, güldürdüğü yetmiyormuş gibi bir de düşündüren maniler eşlik ediyordu… Davulcu amcanın kendi repertuvarından seçtiği manilere mahalle sakinleri olumlu yaklaşmış bu başarısını bayramda ödüllendirmeyi düşünüyorlardı. 
 Tüm gözler benim yatağımın üzerindeydi. Annem odamın kapına sırtını vermiş, elinde büyükçe bir sürahi… Dışının nemlenmiş...soğuk soğuk buraya kadar gelmesi ... Bir an içim ürperdi, bir annemin elindeki sürahiye bir de yüzündeki anne bakışına bakıp yataktan bir an önce çıkmam gerektiğine karar verdim... Buradan beni yataktan çıkmama vesile olan anneme ve elindeki o soğuk su dolu sürahiye teşekkürlerimi ve saygılarımı sunuyorum…
                                   
  Şu sahur olayına bir turlu uyum sağlayamadım,kendime gelmem için yüzümü yıkamam gerek ama yıkarsam da uykum kaçıyor. Bu ikilem arasında gidip gelirken annemin terliğini ensemde hissettim...hemen ardından da o anaç bakışını Lavabonun aynasından görmemle birlikte  kendimi yemek masasında çatalla zeytin kovalarken buluyorum..Biraz peynir, 20-30 zeytin, biraz şu recelden, az ekmek arası kaşar, birazcık da şu baldan, bir iki haşlanmış yumurta da yedikten sonra kendimi yeniden hala sıcacık olan yatağımın yumuşak merhametinde buluyorum... Tam kendimden geçecekken  en önemli şeyi, su içmediğimi hatırlıyorum... kendimi mutfakta dolabın kapagina  dayanmış su şisesini kafama dikerken buluyorum. Derin bir oh çekip dolabın kapağını kapatmamla annemin terliğinin yüzüme doğru hızla geldiğini görmem bir oldu. Hizli refleksimin sahurda da işe yaraması beni buyuk travmadan kurtardı diyebilirim...

  Vakit öğle... iftara 8 kocaman saat var...

Sıcak yatağım bile artık beni istemiyordu,bugün mücella için ne yapmalı diye düşünürken koridordan odama doğru annemin ayak sesleri gelmeye başlarken,  aklımdan mücellanın gamzeli gülümsemesi geçiyordu...ne kadar da güzel gülüyordu.

 Onu düşünürken  suratımda aptal bir gülümse oluştuğunu odamdaki aynada kendimi görünce fark ettim...annemin bir elinde uzunca bir liste diğer elinde benim hemen harekete geçmemi sağlayacak olan anne terliği...annem için üzülüyorum bazen, yazık kadına benim yüzümden bütün gün tek ayağı terliksiz geziyor. Hasta olursa vicdan azabı çekerim, bu is böyle sürmez, ona özel dayak terlik tedarik etmem  gerek...

   Listeyi görünce yine başım belada diye düşünüyordum, liste demek  aksama kadar alışveriş, ağır poşetler, sırt ağrısı ve kurumuş dudaklar demekti...ah o terlik olmasa belki biraz listede indirime gidebilirdik... Bu sefer liste iftara misafir geleceği icinmis, sürpriz misafirlerimizi duyunca bayılacak gibi oldum, heyecandan mutluluktan annemin terliğine bile sarılmışım...kendime gelmeme annem yardımcı oldu sağ olsun...güzel misafirlerimiz mucellanin ailesiymis, annem mucellayi bilmiyor bende annemin onun annesini nereden tanidigini bilmiyorum...konumuz bu değil zaten, mücellayı bu kadar yakından görmek görmelerin en güzeli olacak...

İftara 7 saat...

   Heyecanla listede yazılanların en iyisini almak icin cevre mahallelerdeki manavlara, bakkallara ve AVM lere uğradım...domatesin hormonsuzundan, biberin acısiz olanindan, etin yağsız kısmından, yoğurdun kaymaklı doğal olanından aldım...tatlısini, böreğini, Çöreği, meyvenin en son modelini...listenin en sonunda ki pideyi de iftara yakın alayım da sıcak sıcak yesin mucellam dedim.  ( ağzıma da ne güzel yakıştı)... Bu sefer ne ayagim nede sırtım agridi Ama dilim damagima yapısti.

İftara 4 saat...

Yemekler hazırlanıyor...ben mucellanin yolunu gözetliyorum, aynanın karsisinda kendime karizmatik hava katiyorum...acaba onu görünce kendime hakim olabilecek miyim, sacma hareketler, aptalca surat ifadelerinden kurtulabilecek miyim.

Iftara 3 saat...

  Bu saatlerde sokak bu kadar sakin olmazdı, çocuklar koşturur, kadınlar kapi önlerinde otur, bazıları örgü örer,  bazıları iftar icin fasulye kırar, pirinc ayiklardi...sanki sokak birazda temiz gibi.

Balkona oturmuş bir yandan sokagin basina bakıyorum geliyorlar mi diye, bir yandan da mucellam icin siir yazıyorum. Kim bilir belki cesaretimi toplayıp ona veririm...
Kapının zilinin calmasiyla kendimi bir anda kapıyı açarken buldum. Kim o ?  bile demeden acmistim...kapıyı açtım ama öyle kalakalmistim annemin sesiyle irkildim ve mucellanin annesi zeynep teyzeye yol vermiştim bide misafir terliği...mücella yoktu...biraz bekledim belki arkada kalmıştır diye ama nafile, kapıyı kapatmadan şöyle sağ sola bir daha baktım...içimde bir sızı olmuştu...gülen yüzüm solmuştu. Yukarı çıkıp yanlarına oturmak hiç içimden gelmedi, anneme aşağıdan pide almaya gidiyorum diye seslenerek kendimi dışarıya attım...sessizliğin hakim olduğu sokak aralarında yıkılan umutlarım ile kendimi unutmak istedim...

Dolaştım sokak sokak...bilmediğim gormedigim evlerin önünden geçtim, tanımadığım insanlarin arasından geçip kendimi yalnız bırakmak istedim...insanlar bir bir evlerine cekiliyorlardi, havada kararmaya yüz tutmuştu...Yanlız sokakların ortasında kalakalmistim, etrafa bakılırsa evden de baya uzaklaşmış gibiyim...

Iftara 1 saat...

Zaman hızlı ilerliyordu ama içimdeki o lanet sızı bjr turku gecmiyordu...açlığı susuzlugu unutmuştum..suya götürulup susuz getirilmis gibiydim...vakit daralıyor ben hala kendimden kacmaya çalışıyordum, belli ki umutsuz bir sevdanın hayalini görüyordum yine... Kendimi biraz toparlayip evin yolunu tuttum...eve yakin bir fırından da aceleyle bir kac pide alarak kapiya geldim...
 
Acele ile çıktığımdan anahtarı almamışım, zaten bide gec kaldım bu sefer yine hak ettim o terligi...cekinerek zile bastım ve kapı önü fırçamı yemek icin bekledim. Belki bu fırça beni kendime getirebilir. Biraz fazla bekledim galiba bu fırçamın şiddetini artıracak kesin...ayak sesini duyunca gözlerimi kapattım annemin gözüne belki masum görünebilirim...bana acır belki de sarılır, buna su an cok ihtiyacım var çünkü...gözlerim kapalı ellerim yanda bekliyorum. Kapı yavaşça açıldı....
  Normalde yemek kokulularının gelmesi gerekirken, içimi ferahlatan, hüznümü unutturan güzel bir koku yayılmaya başladı.  ben hala korkudan gözlerimi açamıyorum, kokuya odaklandı bütün dikkatim, hiç bir şeyin farkında değilim...Birden adımın söylendiğini fark ettim.

-Ahmet....ahmet

İsmimin bu kadar güzel söylendiğini daha önce hic duymamistim...ne kadar da güzel  ahmet diyordu...Gözlerimi açtığımda mucellanin hep hayal ettiğim o gülüşüyle karşılaştım...o icten, samimi ve sevgi dolu gülümsemesi...Kapıyı açmış kenarda benim içeri girmemi bekliyordu yüzünde o gülümsemesiyle...yerimden kımıldayamıyor gözlerimi ondan alamıyordum.belki suratimda yine o aptal ifade vardır, inşallah yoktur yoksa rezil olurum... Hala kapının önünde heykel gibiyim...gözlerim gözlerinde...ne kadar güzel gözleri varmış yakından bakınca guzelliginde kayboluyorum...Tıpkı çiçeklerle dolu bir bahçede dolaşmak gibi... Beni yine o büyüleyici sesi kendime getirdi:
 - Artık gel istersen, annen seni merak ediyordu.Evden çıkmadan sesin kötü geliyormuş.

Gönlüme işliyor her kelimesi, beni benden alıyor kendi aşkıyla dolduruyordu içimi... Ya ben sana aşık olmayayım da ne yapayım...kokusuyla büyülenmiş halde merdivenlerden resmen uçarak çıkıyorum...

İftara son 5 dakika...


 Masada yemekler hazırlanmış, herkes yerlerini almıştı. Masada herkes kendi dengiyle karşılıklı oturmuştu. Mücella da kendi elleriyle börek yapmış, güzel olduğu kadar maharetliymiş sevdiceğim.

Top sesi...ezan..soğuk bir kaç bardak su...ve mucellanin göz manzarası karsısında annemin o nefis yemekleri...bir yandan yiyorum bir yandan da kaçamak bakışlarımla sevdiceğimi takip ediyorum...ne hoş yemek yiyor,o çatali, kaşığı tutuşu bile farklı...hele o arada bir bakışlarımızın buluşması yok mu...Yüzünde güller açıyor sanki. Gözleri sevgiyle bakıyor, muhtemelen oda beni seviyor...

  Yemekler yendi, çaylar yudumlandı, sohbetler demlenmişti...Artık gitmek için ayaklanmişlardi. terlikler çıkarılmış, ceketler, paltolar giyiliyordu...en son mücellanın hırkasını vermeden önce cebine onu beklerken yazdığım şiiri sıkıştırıldim...gözlerimiz bu kez veda için buluşmuştu, bu kez hüzünlü bir gülümseme vardı yüzünde.hirkasini verirken galiba ellerimizde buluşmuştu...iste ondan sonrasını pek hatırlamıyorum, onları nasıl uğurladım, arkasından el falan sallamış olabilir miydim acaba? En son kendime geldiğimde odamda aynanın karşısında, yine yüzümde o aptal gülümseme ile otururken kapıda yine annem ve yine elinde sürahi...

                                                                                              MÜCELLA -4

-TÜL KEDİSİ-

ABSURD GENCİN AĞZINDAN: Yıl 1990 İstanbul’da, güzeller güzeli bir kız, fedakâr bir anne, cefakâr bir baba varmış. Anne ölünce bab...