27 Temmuz 2017 Perşembe

-TÜL KEDİSİ-

ABSURD GENCİN AĞZINDAN:


Yıl 1990
İstanbul’da, güzeller güzeli bir kız, fedakâr bir anne, cefakâr bir baba varmış. Anne ölünce baba yeniden fedakâr birini bulamamış gitmiş saçını süpürge etmemiş kuaförden çıkmayan süslü, ojeli ve vejetaryen bir kadınla evlenmiş. Üvey anne,ilk evliliğinden olan dört kokuş kızıyla birlikte gelip Kasımpaşa’daki lüks dubleks eve yerleşmiş. Bu dört kokuş, yeni kız kardeşlerinden hiç hoşlanmamış. Odasındaki hatıra yüklü neyi varsa ayaklar altına almış sonrada tavan arasına fırlatıp atmışlar. Ona bir kardeş gibi davranmak akıllarından geçmemiş, böcek gibi ezmek daha çok hoşlarına gidiyormuş çünkü. Üvey anne bütün ev işlerini para karşılığı bu zavallı kıza yaptırıyormuş. Ev işleri bittikten sonra da mesaiye bırakıyor üstelik mesai parasını da vermiyormuş. Kızın onlarla oturmasına da izin vermiyormuş, sebebini sorduğunda ise yüzüne tüküre tüküre  ‘güzelliğin kızlarımın moralini bozuyor’ dermiş’.. Kız da ne yapsın işleri bitince akşamlarımutfakta, balkonda kilerde, terasta semtin bıyığı yeni terlemiş delikanlısı Buğrahan ile kokuş kardeşlerinin dedikodusunu yapıyormuş. Sürekli tek başına şöminenin önünde fazla vakit geçirdiği ve birkaç kez de şömineden sıçrayan ateş yüzünden perde ve tülleri yaktığı için üvey kız kardeşleri ona “Tülkedisi” adını takmışlar.

Bir gün e büyük 2 kız kardeşeİstanbul büyükşehir belediyesinin düzenlediği bir balo için davetiye gelmiş. İkisi de heyecandan deliye dönmüşler. Herkes belediye başkanın oğlunu evlendirmek istediğini biliyormuş. ‘Bakarsın ikimizden birini seçer, belli mi olur?’ diye düşünmüşler. Kimi seçerse diğeri küsmeyecek eniştesine saygı gösterecektir. Bekâr kalana da eniştenin zengin arkadaşlarından biri ayarlanacak diye anlaşmışlar. İki kız kardeş de kendilerini mümkün olduğunca güzelleştirmek için hemen kolları sıvamışlar. Fakat maalesef bu biraz zormuş, çünkü Tül kedisi bu iki kokuşun tüm makyaj malzemelerini gizli gizli kullanıp Buğrahan ile buluşa buluşa bitirmiş. O sıralarda da makyaj malzemeleri kara borsadaymış. Bir rimel bulmak ucuz et bulmaktan zormuş! Uzun rimel kuyrukları olurmuş
Evdeki şişko kedi mırıldandı:
 Balo akşamı, kokuş üvey kardeşleri baloya gittikten sonra Tül kedisi mutfakta kendisine jambonlu bir sandviç yanına da taze portakal suyu hazırlayıp şöminenin karşısına oturdu ve fonda çalan klasik müzik eşliğinde mutluluğun resminin çizmeye başladı.
Üçüncü tekil şahsın ağzından :
“Lanet olsun! Neyin var, neden burada oturmuş tıkınıyorsun Tül kedisi?” diye sordu elinde Trabzon işlemeli bastonu ile beyaz bir sis bulutundan çıkıp gelen bir kadın sesi. “Ben de baloya gitmek istiyordum ama sonra döndüm kendime şunu dedim : Neden ben !,” “kes kes ,” dedi bir ses.
Üçüncü tekil şahısın yanındaki tekil şahsın ağzından :
Tülkedisi duyduğu sese doğru dönüp baktı, şaşkınlıktan donakaldı. Elinde bastonuyla yaşlı moruk bir kadın duruyor, haline de bakmadanartistlik yapıyordu.
“Ben senin peri ninenim,” dedi kadın. “Şimdi kes sesini kaybedecek zamanımız yok! Bana bir bal kabağı bir kazan biraz şeker bide sandalye getir hemen!” Tülkedisi önce bir ya sabır çekmiş, ters ters bakmış ne oluyor len demeye kalmadan kendini bir bal kabağı getirirken buldu. Peri nine kabağı kesip temizlemiş küçük dilimler haline getirmiş üzerine de şekeri döküp beklemeye koyuldu…Kimseyi inandıramadığı sihirli bastonu ile dokununca, bal kabağı birdenbire servis tabağında nefis bir kabak tatlısına dönüştü. “ Hadi bakalım tatlı yeme zamanı seni tembel dedi.’
Tül kedisi şaşkın bakışlarının hedefinde kabak tatlısı vardı. Tatlıyı mideye indirirken ağız dolusu isyana başladı;

İçindeki çocuğun ağzından:
Öncelikle sen kimsinNine ya... Burada ne işin var? Şurada bir keyif yaptırmadın be kadın. Buraya gelip bana sihirli güçlerinle hava mı atmak istiyorsun, ne senin derdin bibana söyle !..bide burayakabak tatlısı yapmaya mı geldin ?.. Senin işin bu kabaklardan fayton yapmak değil mi? 500 yıllık masalı ne hale getirdin? Üstelik sen evleri karıştırdın! Ben o aradığın üvey evlat değilim. Yaşlılıktan gözlerinde kör olmuş. Gözünü açta bir etrafına bak lanet olası dubleks bir evde yaşıyorum. Buraya gelip  beni baloya mı hazırlayacaktın yoksa Jseni moruk seni ah !!! Üstelik ben sözlüyüm. Bugrahan ile aramızda söz kestik tatlı yedik. Bence sen beni bırak git o aradığın sümüklü kızı bulda baloya gidip başkanın sünepe oğlunun aklını başından alsın, ilerde bebelere anlatacak düzgün romantik bir hikâye çıksın.
Kutsal ninenin gelmesini bekleyen meraklı yan komşunun ağzından:
Nihayet kutsal nine aradığı gerçek Külkedisinin yanına geldi sonunda. Akşama kadar gördüğü zulme narin bedeni dayanamayan, kırık dökük yayları batan yatağında horulhorul uyurken buldu onu. Değneğiyle sihirli bir dokunuş ile kafasını yardı ve uyandırdı. Nine değneğiyle bir kere daha vurdu oluk oluk akan kan durdu ve Külkedisinin yırtık, pırtık giysileri geniş dekoltesi ile nefesleri kesecekharika bir elbiseye dönüştü. Ayaklarında 39 numara bir çift camdan ayakkabı da pırıl pırılparlıyordu. Kotu yola düşmesin diye de kendisine nostaljikbirkaç öğüt sıraladı
 “Bir şey daha var yalnız,” dedi kutsal nine. “Gece yarısına kadar eve dönmelisin. Yoksa babana bir dosttan ihbar telefonu gelecek. Hem üstelik Saat on ikide elbisen tekrar eski paçavra giysilerine, kapıdaki şahin balkabağına, kapıdaki yakışıklı kavalyende işportacıya dönüşecek. Başkanın oğlunun bunu görmesini istemezsin herhalde? Şimdi git, dilediğince zıvanadan çık.”
Balodaki kominin ağzından:
O gece Külkedisi balonun yıldızıydı. Flaşlar hiç kesilmedi, bu ne cüret! Bu ne cesaret! Nidaları eşliğinde dedikodu malzemesi oldu. Baloya katılan birbirinden kokuş hanımlar (özellikle de dört üvey kız kardeşi) onun elbisesindeki renk uyumunu kesimindeki geometrik ve fiziksel kompozisyonu çok beğendiler ve terzisinin adını öğrenmek için adeta yalvardılar. Beyefendilerin hepsi onunla pistin tozunu attırmak istercesinebirbirleriyle yarıştılar. Kardeşi kardeşe düşman etti. Başkanın oğlu ise onu görür görmez kötü emellerine alet etmek için âşık olmuş! Numarası yapmaya başladı. Ah ah adını bilmediğim başkanın oğlu… Ve o andan sonra hiç kimse bu kızla dans etme cesareti gösteremedi.


Gece vardiyasında çalışan şef garsonun ağzından:
Saatler saatleri, dakikalar dakikaları kovalamış ve ben mesaiye kalmıştım Külkediside saat tam on ikiyi vuracağı sırada evde olması gerektiğini hatırlamıştı galiba ama gazozuna çoktan ilaç atıldığı haberi ulaşmıştı bana ve hafiften kendinden geçmişlik vardı üzerinde. Bunlar yaşanırken bende balodan kalkanların masasından bahşişleri topluyordum. O sırada

“Gitme!” diye seslendi başkanın oğlu arkasından, ama Külkedisi bir an bile durmadan koşup oradan uzaklaştı. Ayakta duracak hali kalmamıştı zaten masadaki bardakları kıra kıra gidiyordu. Tabi ben kızdım. Dedim ne oluyor. Bu kadar da olmamalı. Seni şımarık kız seni dedim.Haddini bildirmenin seni kendine getirmenin yolunu ben biliyorum dedim ve peşinden gittim. Sokağa çıktığımda bide ne göreyim ?...kimseyi göremedim. O an aklıma başkanın serseri oğlu geldi, eve bırakayım bahanesiyle aldı götürdü bu kızı dedim.
Başkanın evindeki oğlunun dadısının ağzından:
O gece Külkedisi uyuyana kadar ağladı. Hayatının bir daha asla o geceden sonra harika olamayacağını düşünmüş. Ama bu doğru değil tabi. Aptal kız, başkanın oğlu yani dadısı olduğum kişinin kendisini gece emellerine alet ettiğini zannediyor. Çirkin sünepe kendini nimetten sayıyor işte. Bu kanıya nerden varmış haspam! Oğlum bunu sarhoş diye alıp eve getirdi üstü başı dağılmış, ayakkabısının teki bile yoktu. Sabah kendisine ayakkabı alsın diye çekmecenin üzerine biraz para bırakmış. Buda bunu kötüye yormuş, taksi parası sanmış. Kendine geldiğinden tam emin olmak için iki tokat attım bide kahve verdim eline. Gerçeği öğrenince de onu taksiyle evine yolladım.
Mobesa kayıtlarından:
 Ayakkabının diğer tekini balo binasının merdivenlerinde buldular. Ertesi sabah başkan ve oğlu ev ev dolaşıp ayakkabının sahibini aramak yerine kamera kayıtlarına bakarak kısa yoldan sahibini buldular. “Bu ayakkabı dün gece karşılaştığım ve kötü emellerime alet ettiğim kıza aitmiş demek ki demiş. Başkan bu rezaletin aile şerefi ile gelecek seçimlerini de kaybettireceği için Külkedisiyle oğlunu hemen evlendirmek istedi. Çikolata ve çiçeği alarak kız istemeye geldi. Üvey kardeşlerinin de belediye de işe alınması şartıyla külkedisi izdivaç teklifini kabul etti. O gün söz kesildi, haftaya nişan, bir ay sonrada düğün yapılması planlandı ve gece sonlandırıldı.
Nikâh şahidinin ağzından:


Sade bir nikâh beklentisi vardı fakat toplum ve mahalle baskısı sonucu şaşalı bir düğün organize edildi. Külkedisine Paris den gelinlik Hollanda’dan kına getirtildi. Damat her zamanki çizgisinden ayrılmadı; bulunmaz Hint kumaşı ile özel terzisinden farklı kombinler denedi. Üç gün planlanan düğün kırk gün sürdü. Dost düşman davet edildi. Arada gelin damat balayına gidip geldi.
Tarihin tozlu sayfalarının ağzından:

Yıllar külkedisinin de yüzünde çizgiler, kırışıklıklar biriktirdi. 6 çocuk 28 torun ile kısa bir ömür sürdü. Fakir ama gururlu bir hayat değildi ama yüreğinin götürdüğü yerlere gitti. ‘Çok okuyan değil çok gezen bilir’ sözü ile detarihteki yerini aldı. Mezarının yeri bilinmemekle birlikte Kütahya çevresinde olduğu rivayetleri mevcuttur.


12 Haziran 2017 Pazartesi

BAHTSIZ BEDRETTİN

 

Masal gibi günlerde kaldı hatıralar...
       
  



    Evveliyatında krallıkların padişahlarla komşu olduğu, ülkelerin birinde yalnız yaşantısı ile tanınan insan ilişkilerinde pek de baş arılı görülmeyen biri yaşarmış. Şansız ve kısmetsiz diye tam salmış olan Bedrettin, küçük yasta ailesini, kedisini, sınıf arkadaşının platonik aşkını, babasının karne hediyesi bisikletini, annesinin ördükten sonra kör olduğu kazağını, ahırdaki eşeğini, çantasındaki defterini kitabını, çok sevdiği kokulu silgisini kaybettiğinden beri insanlar tarafından uğursuzlukla itham edilmiş ve toplum dışına itilmiş. Ve yalnız yaşamaya mahkûm edilmiş.

 Babasından kalan tarlasını satıp önce başka diyarlara göçmek istemiş ama onu bile iyi bir fiyata satmak nasip olmamış Bedrettin’e, bölgenin kralı tarlasının üzerinden yol geçmesini ferman buyurmuş ve tarlayı elinden ucuza almış… Bedrettin elindeki son parayla dağ başında kendisine küçük bir kulübe yapmak bahçesinde de bir şeyler yetiştirmek istemiş… Aksilikler de peşinden dağ başına kadar gelmiş. İnşaat sırasında başına gelmeyen şey, sadece ölüm olmuş, oda bir ara görünür gibi olmuş ama!
  Bereketli topraklar üzerinde bulunan ülke, Bedrettin’in inşaatı bitirip bahçesine bir şeyler ekmeye başladıktan sonra kurak bir ülke olmaya başlamış. Tam evine yerleşip huzuru bulduğunu sandığı sırada, bir gece ansızın kralın adamları gelmiş ve Bedrettin’i alıp sarayın zindanına atmışlar. Evini de izinsiz yaptığı gerekçesiyle de yıkmışlar, kurumuş bahçesine de yapacak bir şey de yokmuş zaten…
   Mahkeme kurulamamış, sürekli çıkan aksilikler yüzünden Bedrettin bir turlu yargılanamıyormuş ve bu durum kralın sol kulağına kadar fısıldanmış. Ve kral, Bedrettin’i huzuruna çağırtmış.  Huzura gelene kadar sarayda aksiliklerin artması kimsenin dikkatini çekmemiş. Bedrettin’in sıradan görünüşü altında bir bahtsızlık yatıyormuş.  Kralın huzurunda gelip derdini anlatmış ve bağışlanma talep etmiş biraz da yüzsüzlük yaparak tapulu bir ev istemiş. Kral bu cesur duruşa karşı şanına yakışır bir şekilde ödüllendirmiş. Bedrettin’e evinin dağın tepesinde yapması şartıyla gerekli parayı vermiş ve yollamış.

  Bedrettin uzun yıllardan sonra şehre gelmesi sebebi ile biraz gezmek istemiş ev için de gerekli malzeme alma düşüncesiyle dolaşmaya çıkmış. Çarşı pazar dolaşırken tam da kralı tahtan indirmek için toplanan kalabalığın ortasında kalmış. Kargaşa ve isyanın göbeğinde elinde ki son parayı da yağmacı eşkıyaya kaptırmış üstüne de sebepsiz bir güzel dayak yemiş.
    Gözlerini günler sonra büyük bir konakta açmış. Olan biteni anlayana kadar etrafında kendisine hizmet eden cariyeleri görünce kısa sure cennette olduğunu sanmış, taki ev sahibi karşısına dikilene kadar. Pala bıyıklı heybetli bir ev sahibi isteyeceği son şey olurmuş. Aslında olay çok basitmiş, Bedrettin’in dayak yediğinin gören ev sahibini ona acıyarak evine getirmiş, yaralarını iyileştirip yollamakmış niyeti.
 Kaç gündür o konakta kaldığını bilmiyormuş, bir iki cariyeye sormuş fakat onlarda konuşmuyorlarmış, hep susuyorlarmış. Yaraları yüzünden hala yürümekte zorlanıyormuş, bu yüzden de cariyelerden biri sürekli yanında ona hizmet etmekle görevliymiş. Bu ilgi ve alaka artık mahcubiyet doğurmuş, kendisine yapılan bunca iyiliğe karşı bir şeyler yapma isteği uyanmış.
  Günler sonra ayağa kalkıp gitme vakti geldiğinde, ev sahibine bir teklifte bulunmuş. Bana yardım ettiniz benim de size yardım etmeme izin verin demiş. Sahibi bakışlarına ve sözlerinde samimiyete güvenip ona konağın iki ay süre ile alışveriş işleriyle uğraşması karşılığında borcunu ödeyebileceğini söylemiş.

    Şansızlığını unutan Bedrettin, ilk günler işleri yolunda gitmiş. O sırada ev sahibinin kızı Kayra’yı görmüş ve âşık olmuş. Yapılan iyiliğe ihanet etmemek için kendisine ve gönlüne sahip olmuş. Ama günler bu şekilde geçmek bilmiyormuş, zaman uzadıkça kendisine verdiği söze bağlılığı zayıflamaya başlamış.

    Her şey o gün, gitmesine bir gün kala, alışveriş listesini almak için ev sahibinin yanına gittiğinde başlamış. Ev sahibi yerine kızı kayra hazırlamış listeyi. Bedrettin listeyi almak için odaya girdiğinde kayranın güzelliğini karşısında konuşamaz olmuş ve hemen oradan koşarak ayrılmış.
     Kendini yollara, dağlara, çöllere vurmuş. Arkasına bile bakmadan o kadar uzaklaşmış ki, geriye dönüp baktığında geçmişine dair bir şey hatırlayamaz olmuş. Diyar diyar gezmiş, gittiği her yerde farklı bir belaya maruz kalmış. Sonunda göç edecek hali kalmamış ve hasta olmuş. Beli bükülmüş, sacları ağarmış, dişleri dökülmüş, gözleri görmez kulakları duymaz olmuş. Geçen yılları sayacak kadar bile hafızası kalmamış. Yersiz yurtsuz, vatansız ve yar ’sız kalmış. Ömrünün son yıllarını gurbet ellerde, haritada yerinin bilmediği diyarda ölmeye yakınmış. Yemeden, içmeden düşünmekten kesilmiş. Artık bir arzusu da yok imiş. Ölmek için bahane arar gibiymiş. Can bedenden çıkmayınca ne yapsın Bedrettin! Vakit tam olmadan kimse bu diyardan gidemezdi.

     Zamanla yaşı ve suskunluğu sebebiyle halk tarafından kutsallık tanınmış, ulvi bir zat olarak görülmeye başlanmış. Etrafındakilerin ne dediğini duymadan konuşuyor, eskilerden kıssalar adı altında yaşadıklarını hatırladığı kadarıyla anlatarak şöhret kazanmış. Elinin öpenlerin şifa bulduğu haberiyle de ülke çapında şöhreti zirve yapmış. Bu dedikodular ülkenin kralının kulağına kadar gitmiş, yanına çağırmak istediyse de vezirleri bu durumun uygun olmayacağını halk nezdinde iyi karşılanmayacağını söylediyse de kral inat etmiş ve huzuruna gelmesini ferman buyurmuş. Bu karar Bedrettin efendiyi ve onu sevenlere ağır gelmiş ve itiraz etmiş. Genel bir kural koymuşlar; efendi hazretleri kimsenin ayağına gitmemeli kim görüşmek istiyorsa onun yanına gelmeli.
     Öte yandan kral emrine karşı çıkılmasına öfkelenmiş ve bunu sebep olanların şiddetle cezalandırılmasını istemiş ve orduyu hazırlatmış.  Bedrettin efendinin bulunduğu yere yaklaştığından karşısında büyük bir kalabalığın onu korumak için beklediğini gören komutan krala haber salmış. Kral daha da öfkelenmiş ve oranın yerle bir edilmesini ve kimsenin oradan sağ çıkmamasını emretmiş. Kralın askerlerinin bazıları Bedrettin efendiyi görerek saf değiştirmiş ve kralla çarpışmaya başlamış. Dengelerin değişmesiyle kralın askerleri yenilmiş.
Kral ve ailesi ülke dışına gönderilmiş ve Tahta Bedrettin efendiyi geçmiş.  Bedrettin ilk iş ülke yönetim sistemini değiştirmiş, demokrasi adını verdiği yönetim anlayışında aklına geldiği şeylerin yapılması üzerine kurulunu sistemi yürürlüğe koymuş.
Diğer krallara da elçiler yollayarak bu sistemle yönetilmelerini bildirmiş. Karşı çıkan krallıklara savaş açacağını krallıklarını demokrasi kılıçlarıyla yıkacağını ferman buyurmuş.
  Şansızlık yakasına yapışmadan birkaç krallığı kendisine bağlamış, yönetim modeli tüm dünyada yankı bulmuş. Ve kendisine karşı bir cephe oluşturulmuş.
   Ülkesine büyük bir orduyla geleceklerini duyunca sahte barış anlaşmaları yaparak zaman kazanmış ve savaş hazırlıkları yapmış. Kendisine bağlı birliklerle ülkeyi koruyacağını sanmış ama iç işlerinde çıkan özgürlükçü hareketler sonucu içten bir bölünme yaşayan ülkesini görünce demokratik yönden ülkeyi terk etmenin yolunu aramaya başlamış. Kendisine gizliden bağlı bir talebesini ülkesinin başına getirmek için seçim adını verdiği bir uygulama ile halka kendi liderini seçtiğini inandırmış.
   Seçimin ardından bir gece ansızın en yakınındaki adamları yardımıyla ülkeden gizlice ayrılmış. Düşman kapıya dayanmış ve yeni bir yönetim anlayışı getirdiklerini slogan edinmişler.
   Bedrettin Efendi, günlerce yollarda, mağaralarda, kuytuda, köşede, gizli saklı yaşayarak ömrünü tüketmiş. Adamları onu bir mağaranın en dip kısmına gömüp mağaranın girişini kapatmışlar. Ve kimse Bedrettin efendinin gömüldüğü yeri bilmeden adına destanlar yazılmış.

3 Nisan 2017 Pazartesi

Dedektif PİT'in Maceraları- DÜĞÜN

                    


Kahverengi bulutlar, kapalı kapılar ardındaki dedektifin romatizmaların da ağrıya davetiye çıkarıyordu. Ruha derinlik hissi veren şu rüzgârlar, karanlık bir geleceğin habercisi gibiydi…
***
Asuman hanımın konağı, düğün için hazırlanmıştı.  Balonlar, güller, gümüş şamdanlar, süslü sandalyeler, kırmızı halılar, büyüleyici avizeler, egzotik kanepeler ve ikramlar, türlü dünya nimetleri... Ve bütün bu şölenin başrol kahramanları. Sebastiyan, yetimhaneden kaçarak atıldığı hayatın kendisini bu noktalara getireceğinin hayal edebilirdi fakat etmedi... Çalıştı ve başardı. Ailesini hatırlamayan sebastiyan, dostluk ve zekâyı dedektifin yanında gördü fakat açlık ve sefaletten de kurtulamadı.
       

Artık bu viraneden çıkıp sosyeteye gireceği heyecanıyla son hazırlıklarını yapıyordu sebastiyan... Hüzün ve sevinci heyecanla harmanlayalı eli ayağına beli kuşağına dolanıyordu. Düğüne saatler kala hala efendisi dedektif Pit'ten günün anlam ve önemine dair malumat alamamıştı. Dünkü kınadan beri ortalıkta yoktu, sabah kahvesini de istememişti. Belki de en yakın dostu yaverinden ayrılmanın üzüntüsü içerisinde olabilirdi.

Konağın kapısında misafirleri asuman hanim tek karşılamaya başlamıştı, plandan dedektifinde orda bulunması gerekti. Erkek tarafı pek yok gibi duruyordu, sebastiyanın bir kaç okey arkadaşı o kadar, aileden kimsesiz kalıp dedektifin yardımcısı olmaya başlayalı tam tamına 10 sene oluyordu...

Asuman hanimin evlatlığı kezbanın da dikiş nakış kursundan arkadaşları ve hocaları da düğünde yerlerini almışlardı. Misafirlerin çoğunluğu Asuman hanimin zengin soylu çevresinden kişilerdi. Konağın önünden o zamanın en lüks araçları kuyruk olmuştu, park yeri sorunu baş göstermeye başlamıştı.
Uşaklar ve hizmetçiler sürekli devriye atıyor, ellerinde kanepe ve kokteyl tepsileriyle misafirleri ikrama boğuyorlardı. Kalabalık arttıkça düğün için start verilmişti. Şehrin ileri gelen müzik ve orkestra ekibiyle muhteşem bir müzik şöleni başlıyordu...


Gelin ve damat altın varaklı koltuklarına geçtiğinde eğlence tüm hızıyla devam ediyordu.  Hizmetçiler misafirlere kanepe yetiştirmekte zorlanıyorlardı. Konağın mahzenlerinde yıllanmış pek bir şey kalmamıştı... Sebastiyanın yüzünde heyecan gözlerinde endişe vardı,

Sıra evet deme faslına gelmişti, herkes yerini almış gelin ve damat heyecanla nikah masasına oturmuştu. Kapılar kapandı ve sessizlik sağlandı.
Sessizliği çatıya inmeye çalışan helikopterin sesi bozdu. Şaşkın bakışlar arasından küçük bir kalabalık çıkageldi. Önde dedektif ve arkasında 3 kişi, doğruca nikâh masasına yanaştı.

— Asuman hanım ve değerli misafirler minik bir gecikme için sizden özür dilemem gerekiyor mu? Gerekiyorsa söyleyin. Neyse konumuz bu değil zaten, sebastiyan! nerde benim kahvem!!! Ahhh tanrım.  Neyse boş ver. Bu nikâh kıyılamaz millet, New Mexico eyaletinin bana verdiği yetkiye dayanarak bu nikâhı ben kıyacağım. Babaannemin lanet varis çoraplarını görmüş gibi bakmayın. Yerlerinize gecen ve beni izleyin. Sebastiyan senin için yer altından şahit getirdim. Duymuşundur isimlerini Victor... Samuel... Ve Frank.


Gelin ve damadın Asuman hanımın ile birlikte 4 şahidi olmuştu.
— Evet, millet sessiz olun ve alkışlayın. Evvvvvet....söyle bakalım sebastiyan kahvem nerde ?.... Neyse dur önce Asuman hanımın yetimi kezbanı karın olarak kabul ediyor musun?
—Evet ediyorum.
—Tanrı bizi korusun! Sen söyle kızım sebastiyana koca olabilecek misin? Ona kahve yaptığın gibi benim de kahvemi yapabilecek misin? Hasta olunca 112 arayabilecek misin? Seni aldatırsa hemen boşayacak mısın? yoksa bir şans daha verecek misin ? Ona küçük sebastiyanlar verebilecek misin?
—Evet… Evet... Hepsine evet...

— O zaman bende sizi tanrının huzurunda birbirinize bağlıyorum…


Tanrım,  sevgili misafirler, gelin ve damat. Bugün buraya niçin geldiğimizi unutmayalım, ask ve sevgiyi kutsamak ve sevenlerden olmak için geldik. Simdi tanrının bu cifte Mutluluk vermesi için kalplerimizi dua ile dolduralım ve bunu tanrıya sunalım. Bu arada gençlerin duaya katılım seklini değiştirip aramıza katılmalarını istemek zorundayım.

Evet, sevgili misafirler Tanrıya şükranlarımızı bildikten sonra asil konumuza dönelim herkesin beklediği o ana geldik,  takı töreni... Yerinden kalkamaya çalışanları görüyorum,  ama boşuna uğraşmayın. Kapıdaki arkadaşları uyardım ben bitti demeden bitmez beyler... Herkes elini o lanet cebine sokacak bugün. Hazırsanız sırayla gelin damadın yanına alayım sizleri. Önce ağır misafirlerimiz..

Samuel beyden maimi de bir yazlık,  cömertliğiniz göz kamaştırıcı efendi Samuel...  Efendi Victor den Teksas da bir çiftlik... Evet, sırada efendi Frank var ondan da İbiza da bir ada... Aman tanrım bu nasıl bir cömertliktir, tanrı ile yarışıyor bu adamlar... Hey Millet ayağa kalkın ve bu cömertliği alkışlayın.

Evet, sırada fakirler.

  Damat’ın kayınçosundan bir altın saat, şöyle bir bakıyoruz çakma mı diye, ama bu gerçek... Tamam, kayınço sen yerine geçebilirsin ayakta kalma, masanda limonata ve kuru pastan seni bekliyor..
    El Salvador’da ki yeğeni de aramızda kocaman bir alkış gönderelim ona... Hey dostum o lanet binadan ne istedin... Neyse bir Salvador bileziği ile aramıza katılımını kutluyoruz... Diğer hayırsız yeğeninden bir çeyrek altın... Tedaş müdürü ekip arkadaşları adına bir çeyrek takarak bizleri mesut ediyor... oooo aramızda kimleri görüyoruz, millet herkes buraya baksın, ablacım şu çocuk senin mi?  eee seninse kaldır şuradan bebeni, bak görmüyor musun şurada değerli misafirlerimizi sunuyoruz... Evet, Nerede kalmıştık aramızda çok değerli ve saygıdeğer bir misafirimiz var, bizlerle yıllar önce tanışmış ve kendini bize ve topluma sevdirmiş bir şahsiyettir kendisi... Engin bilgisi tecrübesi ile Toplumun ana hartellerine nüfus etmiş, sorunlara çözüm önerileri sunmuş ve toplumu rehabite noktasında uzun mesafeler almış biri olarak bu yılki Noel barış ağacını da kazanmıştır. Simdi onu gelin ve damadın yanına sahneye davet ediyorum tabi coşkulu bir alkışla... Müjgân ve Rıza…

Törenin hızı düşerken kalabalıklar da yavaş yavaş ayakaltından çekilmeye başlandı. Davetlileri uğurlamak asuman hanıma gecenin hasılatını toparlamak ve damadın kulağına efsunlu fikirler fısıldama işi de dedektife kalmıştı. Genç çift dedektifin ayarladığı uçakla efendi Frank’in hediye ettiği adaya doğru yola çıktılar. Dedektif genç çift ve asuman hanım ile birlikte son kahvesini de içtikten sonra ceketini omuzuna atıp sigarasını da yaktı ve karanlık sokaklar arasında kayboldu.
  




10 Ocak 2017 Salı

METROBÜS -1


GÖTÜR BENİ GİTTİĞİN YERE....






  Günün ilk ışıkları, yüzüme lanet perdenin arasından vururken alarm defalarca çalmış, ben yine derse geç kalmış bir şekilde uyandım. Yataktan fişek gibi bir kalkmışım; terliğimin diğer tekini arama zahmetine dahi girmeden, çeşmesinden pas akan banyodan duşumu aldım. Ütüsüz gömleklerimden birini seçip kendime takım elbisenin içine hapsederek evden çıktım.Çıkmaz olaydım. Ev sahibinin küçük oğlu 3 aylık kira borcum için pusuda beni bekliyordu. Beni görür görmez lanet cırt sesiyle annesine seslendi.  An itibariyle kapı önünde gereksiz bir kalabalık oluştu.  Evin reisi baba, ekonomiden ve kiracılarla iletişimden sorumlu anne ve farklı ebatlarda boy boy aile bireyleri. Tüm gözler benim üzerimde, ortamda sessizlik hâkim… Benden makul bir açıklama beklemedikleri gözlerindeki o; ver artık şu kirayı bıktık senden bakışından belli oluyordu.  Gözlerimi o bakışlardan kaçırıp kapı aralığından sinsice yaklaşan; muhtemelen ocaktan yeni alınmış masaya tam da tulum peynirinin yanına yeni konmuş menemene çeviriyorum.

    Kendimi toparladım. Derin bir nefes aldım. Beyin loblarımı harekete geçirdim ve çılgın bir manevra ile tüm dikkatleri masada bulunan menemene çekmeye başladım. Konunun ayak üstünde değil de masa başında sıcak ekmeği menemen ile buluşturarak yapmanın daha doyurucu olacağına tüm aile bireylerini ikna etmiştim. İşe geç kalmıştım ama bu menemeni de burada yalnız bırakamazdım.

Oval kahvaltı masasındaki üçlü zirveden iki tarafın da memnun ayrılmasına vesile olan menemene şükran borçluyuz. Tanrı onun tuzunu eksik etmesin.  Borçlar konusunda kısa vadede verebileceğim en iyi teklif onlara uzun vade de umut vermek oldu.
 Menemenin içimi ısıtan sıcaklığı derse geç kalmışlığımı unutturdu. Ama olsun bugün en azından kantinin o susamsız kuru simidini yemekten kurtulmuştum.

Saat sekize on var… Mesai 08.30. Patron 8:45’te şirketin kafeteryasında çay 09.00’da makam odasında kahve içer. Saate bakıyorum... Ooo baya zamanım da kalmamış.  Şimdi şu gelecek metrobüse binsem 40 dakikaya şirketin karşındaki durakta artı 10 dakika yürüyüş mesafesi… Şirkete giriş asansör bekleme de derken odama patrona görünmeden çıkmam 15 dk. Sonuç olarak 08.55 de masamdayım… 5 dk. Kârdayım. Patron kahvesini yudumlamaya başlamadan ben masamda büyükannemin resminin tozunu alıyor olacağım.

Patrondan önce işe gitmem için metrobüsün gelmesine son 4 dk…

3dk…

Lanet olsun
2dk…

Durak dolmaya başladı. Gelmesine garanti gözüyle baktığım neredesin… Geldiğinde bu kalabalıklar arasından sana kavuşabilecek miyim? Binebilenler arasında kendimi görmekte zorlanıyorum.
1dk…
Uzaklardan bir ışık huzmesi, kollarını açmış geliyor… Patron bugün de geç kaldığımı öğrenirse lanet kıçıma tekmeyi basar…
Kapı açıldı. Pazar filesine sokulmaya çalışılan son parça malzeme gibiyim. İnsanlığın kaba etlerinden oluşan bir duvar kapıyı kuşatmıştı... Girmeye çalışmak intihardı, neyle yüz yüze geleceğiz belliydi ama kozmos bize başka şans bırakmamıştı.

Kapıda bekleyiş sürüyordu. Galiba beklenmedik bir şey oluyordu; kalabalık arasından birileri inmeye çalışıyordu. Kapıdaki muhafızlardan yardım talep edildiği haberleri on cephede bulunan yolculardan geliyordu. Herkes suskun, gözlerde korku, kalplerde umut ve heyecan vardı. Kale gibi korunan otobüsten bir veya daha fazla insan için umut ışıkları doğacaktı. Ve o talihli insanlar en azından bugün işe geç kalmayacaklardı.

Otobüste sadece bir kişilik yer açılmıştı. Bu lanet olsun ben bu noktaya kolay gelmedim, dişimi tırnağımı yiyerek geldim. Ne yani şu otobüse mi binemeyeceğim… Tüm lanet gücümü kullanarak bedenimi otobüsün sınırları içerisine sokmayı başardım. Artık içerdeyim. Burada fazla bir yaşam alanı ne yazık ki yok… Kısıtlı havamız var bu yüzden sırayla nefes alıyoruz. Artık kendi aramızda yazılı olmayan bazı kurallar koymuştuk… Sucuk, kelle paça, sarımsak ve soğan (menemenin içindeki hariç) yiyenler metrobüse alınmayacak, gizlice giren veya sakızla yediği haltı gizlemeye alışan uyanıklar derdest edilip en yakın durakta atılacaktı…

Bu konuda ve metrobüse binemeyenlere karşı duygusal tepkiler vermek yasaklanmıştı. Duygusallığa yer yoktu çünkü çok kalabalıktık. Önümüze bakıp yolumuza devam etmeliydik. Şu kısa süreli yolculuklar da birbirimizi her gün göremiyorduk. Bir kişiyi üst üste iki gün görmek ona selam vermeyi gerektiriyordu. Selam verirse almalı, inerken yardımcı olmalı, hapşırmasına müsaade etmemeli,mümkünse ağzını kapatmalı, bu en önemi kurallardandı. Derin nefes almak yasaktı, alan gafillere sert bir bakış atmak da kurallarımız arasındaydı.

Nihayet bu sefer de yolun sonuna gelmiştik, metrobüs kardeşliğimize bir dem çay mesafesi daha ilave etmiştik. Bugün kardeşliğimiz üyelerinden Muhsin efendinin torunun akşam sünnet helvası varmış, üye kardeşlerini davet etti. Mesai çıkışı gitmeye karar verdik, gidip helvadan nasiplenelim dedik.

09:01…

Odamın kapısını yüzümdeki helvanın sevinciyle açtığımda, babaannemin resminin patronun elinde olduğunu fark ettim. Tansiyon, şeker kolesterol küçük abdest hepsi yerle bir oldu. Hele o yüzündeki seni şimdi kovacağım bakışı beni benden aldı. Kafamı çevirip saate bakayım dedim… Deyiş o deyiş. Karnım ağrımaya, başım dönmeye ve finalde de beyaz bir ışık görünmeye başlandı.





18 Aralık 2016 Pazar

BİR DELİNİN GÜNLÜĞÜ -1



   Bakırköy Tımarhanesi, en sessiz günlerinden birini yaşıyordu. Ortalıkta ins ve cin arasındaki futbol müsabakasını izleyenler arasında pek hazindir ki Tahir yoktu. Tahir nerdeydi, tabi ya! Yine sırçalı köşkündeki tahtından nam-ı diğer şeref tribününden keyifle maça dalmamıştı. Gözleri bir noktaya odaklanmış, hayaller aleminden onu geri çağırıyorlardı





  1 Mart: 

Ev sahibi yüzünde tuhaf bir gülümseme ile beni köşe basına kadar kesti. Nedir bu kadının derdi anlamıyorum.Memuruz anladık ama bu nedir arkadaş!  Bizde severiz. Hem de ben tereyağı kıvamında. Reçel tadında. Sabah masadaki hazır kahvaltı gibi… Öyle bir severim ki bir bakmışın halay başı olmuşum. Sevda kuşun kanadında ise bizde minibüste cam kenarındayız.

2 Mart: 

Soğuk, ıslak ve daracık sokak arasından çıkıp gelen yeşil gözlüm, gönlümün bam telimi titreten "günaydın" deyişini duysam. Ah u len yanımda olacaktın ki şimdi seni ne güzel severdim. Umutla başlayan günüm, dönüş yolunda minibüsteki nesli tükenmeyen teyzelerin bekarlığım üzerine yaptıkları dedikodu seanslarıyla bitiyordu... Öte yandan soğuk yine evimizden gitmek bilmiyordu.

7 Mart: 

İzin günüm ile komşuların altın gününün çakıştığı bugün, açık çayın yanında komşu babaannelerin kurabiyelerinin tadına bakıyorum... Ah teyzeciğim elinize sağlık. Bu kadarı kafi... Tamam ama teyze senin görümcenin kızının kuzeniyle niye tanışayım, nesin sen he! Beni neden tahtımdan indirmeye çalışıyorsun. Ben sultanım, emrederim, sonrada kalkıp kendim yaparım, kimseye de yük olmam... Neyse altın gününüz mübarek olsun, ben tahtıma çekiliyorum.

12 Mart: 

Bugün de diğer günler gibi...Patronun yine dilinden fırça hiç eksik olmadı.. Yüzüme yüzüme fırçaladı namussuz...Gel eski yerimizdeçayın yanında iki lafın belini kıralım senle,eskiyen ömrümüzün yamasını dikelim. Yama demişken bu bayram kendim için terzi Remzi abiye nefis bir takım elbise ısmarladım, üzerimdeki fakirliği alsın diye... Zira ay sonuna doğru üzerime ağır bir fakirlik çöküyor, üzerinize afiyet ay sonunu zor getiriyorum.

 15 Mart: 

Küresel yalnızlığa kürek çekmekten kas yaptım iyice, sende de ne inat varmış be... Değerli yalnızlık mı dedi biri? Neyse, kulağım çınlamış. Tamam biz sürekli peşindeyiz de sende bir dön arkana bak, geride hasretini ekmeğine katık yapmış biri var...Son zamla  birlikte ekmeğe olan saygımızda bir azalma olmadı ama fırıncılık camiasına iki çift lafımız hazır.... Nedir bu yani  fakirliği bile ağzımızın tadıyla yaşayamayacak mıyız?

17 Mart: 

Kısa mesafe bakışların beni depara kaldırmasından artık yoruldum, bakışlarımızın kesiştiği yerde buluşalım lütfen.Sabah hışımla patronun odasına bir dalmışım, üfff... Görmeniz lazımdı. Dedim,bana bak Muhsin,bunca yıl bu lanet sektöre gençliğimi verdim, yeter artık. Ben saksı değilim. Bana da zam yapacaksın. Şimdi odadan çıkıyorum ve muhasebeye gidiyorum. Zamlı maaşımı beyaz bir zarfın içinde göremezsem buraya tekrar gelir ve senin o lanet kafanı... ben cümlemi  bitiriyordum ki patron cümlenin içindeki zam kelimesini duyunca fenalık geçirdi,yere yığıldı... hastaneye kaldırdık bir gece başında bekledim bir
ara gözlerini açtı ve bana yıllık bazda binde 10 zam verdi. Saygımızı sunup bel fıtığı olmadan odasından çıktım. Omzumdan minik bir yük eksilmiş oldu. Buna da şükür tabi… Kavulmaktan iyidir.

19 Mart:

 Bugün erken kalktım ve kendimi ödüllendirdim. Kahvaltıda Leyla baş köşedeydi, bize açık bir çay, biraz peynir biraz da zeytin eşlik etti... O yine tabağına dokunmadı... Onu saraylarda yaşatacağım.Biraz sabret inşaat başlayacak yakın da dedim...
Bugün yine patron bana pis işlerini yaptırdı karısının köpeğini çişe çıkarmamı akabinde ona göz kulak olmamı sonrada lanet olası işime tekrar dönmemi emir buyurdu, az kaldı bu köle taciri patrona haddini bildirmeye…

Gece yine yâdıma düştün, gömüldüğüm koltuğumdan kalkıp bir çay koydum.Perdeyi aralayıp dışardaki yalnızlığa kadehimi kaldırdım. Geleceğe ve umutlarıma dair kısa bir inkısâr-ı hayalden sonra çayımı yudumladım. Demli bir cayınçözemeyeceği dert mi olurmuş.

20 Mart: 

Gece çayı fazla kaçırdım galiba sabah baş ve mesane ağrısı ile uyandım.  Sabah sporumu bu kez sokak köpekleriyle yaptım, onlar kovaladı ben kaçtım. Aralarında olayı ciddiye alan oldu.  Şuanda hastanede sporun bana kattığıanlamı ve sporcuya verilen değeri sorgulamaya başladım...

29 Mart:

 Serengeti de sabaha, geceden hüzün ve kırık kalpler dışında, umut ve garip bir karın ağrısı ile uyandım... Aşkın kimyası çözülmüş diyorlar, sen ne diyorsun dediler bende nasipse oda olur demekle yetindim...

30 Mart:

 Kahvaltımı iş yerindeki masamın çekmecesine gizlediğim babaannemin elmalı kurabiyeleri ile yaptım. Ay sonu patron yine yok, havalar hüzünlü, gökyüzü yağmur ağlıyor... Toprak Leyla kokuyor. Ev sahibi yolumu gözlüyor, maaşı beklediğim gibi gelmiyor ve ben sana geliyorum Allahımmmm.








8 Kasım 2016 Salı

Kayıp Günlük







   Sana geldim
Umudun ve sevdanın ustası
Yaralarım kanıyor yorgunum

Gözlerinin duldasında
Deliksiz bir uykuya
Sana geldim bu gece konuğunum...

BİR GÜN

   Bir oğlan bir kızı sevmiş diyecekler, ayrılık onları bulmadan her şey anlamlı ve kıymetliymiş..
   Küçük dünyasında hayalleri için yaşayan, beklentisi bir fakirin mutluluğu kadar olan, küçük sebeplere bağlayarak hayattan daha fazla huzur almaya çalışan biriydi fakat son günlerde kırık hayalleri ve yüzünde anlamsız bir keder vardı diyecekler...Bu şehrin insanlarını anlamıyordu, aslında diğer şehirlerdekiler de pek farklı değilmiş.  Mutluluk ve huzuru yalancı şeylerde arayıp geçici hazlara büyük bedeller ödeyerek sahip olmak istiyorlardı ve bunda da gayet güzel ısrar ediyorlardı derdi.   
 Zamansız gelen yarınsız sevdaya hiç beklemediği bir zamanda yakalanmıştı. Unutmamak için sevmişti, ta derinden ve samimi... 



İkinci Gün

   Güne huzurla nasıl başlanır bilir misin? uykunun son demlerinde ikimizin şarkısı olsun dediğin şarkının sesiyle gözlerini açıp onun hayaliyle uyanmakla olur. Hemen kalk ve mutluluğa koş. Bu soğuk hava da o içindeki sıcaklığı hissettin mi? Heyecanını koru, derin nefes al ve karşısında saçmalamamaya çalış. Sev onu. İçten. Samimi ve her haliyle.

O Gün

  Bugün ne güzel bir gün, hava şartları ve zemin âşık olmak için çok uygun. İlk karşılaşma.  Mesafeler kısılıyor ve gülen gözleriyle tanışma zamanı yaklaşıyor.  Uzaktan o gelişi yok mu.kurumuş topraklar canlanıyor. Yeni güller. Etrafa güzel kokuları yayılıyor ve gülen gözleri taa içten parlıyor.  Gülümsemesi kalbimi durduruyor. Aman Allahim.  Göz gördü gönül sevdi. Benim günahım ne burada? Sen öyle güzel bakarsan bana bende sana âşık olurum tabi. Ah! İşte O an ben, derin karanlık kuyulara düştüm.  Konuştun ve Tutup çıkardın beni. Gözler ve sözler. ?Ölüm ve yaşam... Sen ve ben...

 Kendimi ona bıraktım, aldı ve götürdü. Bir masa. Ortasında iki limonata. Karşımda mutluluk. Ortamda eksik olan tek şey: limonatanın tadı. O konuştu ben gözlerin de gezintiye çıktım. Neler anlattı acaba kim bilir? Dalmışım Gözlerine, kendime geldiğimde bize ayrılan zamanın sonuna gelmiştik. Neyse kalktık, önden bayanlar. 
Yan yana Yürümenin tek güzel tarafı ne biliyor musunuz ? kokusunu sürekli alarak gitmek. Fakat gözlerini göremedik den sonra niye fazla yürüyelim. Oturalım çay içelim. Gözlerine bakakalayım yine, çayımız soğusun. Bide kahve söyleyelim yanında çikolata kaplamalı kahve çekirdekleri olsun, sonra kahvemizin falına baktıralım; senin falında benim ismimin baş harfi benimkinde tüm ismin çıksın.  Muhabbetimiz hiç azalmasın. Bu defa limonatayla idare ettik ama  Canımız sağ olsun. Seninle bu saatten sonra şekersiz cay bile içerim.


O Gece

Saat 23.30. Kendimi gözleri tavana dikmiş halde hatırlıyorum. Üzerimi değiştirmeden  atmışım kendimi, yemek yemeyi bile unutmuşum.Evine bırakalı ve ardından bakakalalı tam 5 saat 32 dakika olmuş. Buluşmamız heyecanlı olmuştu ama ayrılık hüzünlü oluyormuş. Buna bir çözüm bulmak lazım.


Sonra sen gittin,  niye gittin ki ama;  biz çok iyiydik. Belki hayat bize güler yüzünü gösterirdi.



 Senden Sonra Bir Gece

  Dun gece rüyamda seni ne kadar çok sevdiğimi söyleyecektim ki !. Bana baktın baktın sanki
Bir yabancıya bakar gibiydin. Arkanı döndün ve gittin; hiç bir şey söylemeden. Ardın sıra bakakaldım. Sonra koştum ama sen benden daha hızlıydın. Gitme kal. Beni bırakma sensiz deme fırsatı vermedin.
    Gittin. Gittin ve sustun. Senle birlikte papatyalar sensiz, sahipsiz ve kimsesiz kaldı. Gittin madem en azından arkanda hasretini, sevgini özlemini bırakmasaydın. Bu nasıl bir ayrılıktır: ne bir ses ne de bir söz... Neydi o öyle.  Koşarcasına gitmek; sana yetişemeyeceğimi bile bile...


Başka Bir Gün

     Hiçbir sebep yokken sana gelişi güzel içimi dökmeye geldim. Bugün hava yalnızlık kadar soğuktu. Hüzünlü gri bulutlar ve ardından yağmur... Sen seviyorum
Dediğin için yürümek istedim yağmurda. Seninle birlikte aniden bastıran yağmurda
şemsiyesiz kalmak isterdim. Biraz yürürdük belki sonra tüm cesaretimi toplayıp elini
tutardım. Önce gözlerine bakar sonra başımı gökyüzüne kaldırıp sözümü sadece yağmur damlalarının kesebileceği bir anda 'seni seviyorum' derdim.



  Ne olacaksa senin yanında olmalı, gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldığımda
Aklıma senin Işıldayan gözlerinle bana baktığını ve içimi ısıtan gülümsemeni görmek
bana nasıl huzur veriyorsa, nefesi verip gözlerimi senin olmadığın bir geleceğe açmakta o derece keder ve hüzün veriyor....Değil mi ki, kavuşmalarımız topal. Ayrılıklarımız koşar adım.


  Bu Gün

  Birini çok düşünürsünüz ve onu çok görmek istersiniz  ya elbet bir gün bir yerde ve beklenmedik bir zamanda görebilirsiniz. O sizden ne kadar kaçmış olsa bile. Onu öylece uzaktan seyre dalarsınız, yine her zamanki gibidir;Kıvırcık ipeksi saçlarıyla gül yüzüne kondurduğu o gülümsemesi, çakmak çakmak gözlerin de kendinizi bulduğunuz o gözleri... Köşe başını dönüp de gözden kaydolduğunda kısa süreli sevincin boğazında düğümlendiğini fark edersiniz.

  Der misin ki bir gün;
"inşallah çok bekletmedim seni.".
.
.
.
.



-TÜL KEDİSİ-

ABSURD GENCİN AĞZINDAN: Yıl 1990 İstanbul’da, güzeller güzeli bir kız, fedakâr bir anne, cefakâr bir baba varmış. Anne ölünce bab...