24 Temmuz 2016 Pazar

Mücella-5



  
Bir şehir kadar kaIabaIıktır bazılarının yaInızIığı...


N.A
  Mevsimler,  geçmişten birer parçamızı alarak ilerliyordu, durmak bilmeyen zaman, sevdamızdan gayri her şeyimizi tüketiyordu. Sevdamız halen tazeliğini koruyordu fakat özlemimiz ve hasretimiz zamana yenik düşmeye başlamıştı
  Mavi gökyüzü kendini gri bulutların hâkimiyetine bıraktığında, sevdanın ateşi gönlümüzde yanmaya devam ediyordu. O'nun gidişi benden çok şey götürmüştü, tekrar toparlanmam yine O'nun sayesinde olmuştu. Ama bu sefer bir yanım eksikti.

   Hastaneye son zamanlarda pek sık gider olmuştum, ben bir hastalığımın olduğunun farkındaydım fakat bana ne olduğunu söylemiyorlardı, bende zaten öğrenmek istemiyorum. Nedense artık yaşamak için bir mücadelenin içine girmek istemiyordum. Sebebim sebepsiz gideli, hayattan tad alamaz olmuştum...

  Kurumuş yaprakların rüzgâra esiri gibiydim, halk içinde garip kalmıştım... Artık hastaneye de gitmek istemiyordum... Ne olduğunu bilmediğim hastalığın tedavisinden ne fayda bekleyebilirdim. O'nun kokusunu aldığım bu sokaktan, mahalleden ve bu semtten biran önce gitmeliydim. Aramıza onca mesafe ve zaman girmişken bile bitmeyen bu özleyiş, benim buralardan gitmemle bitecek miydi?

   Uzaklardan bir haber bekler gibi bekliyordum seni, belki özlersin de, yaşanabilir hayat için umut olursun...

  Evden çıktığımdan bu yana koyu soğuk bir yalnızlık beni çepeçevre sardı. Uzun süren yolculuk dan
Sonra muhitin de attar Mehmet Efendi diye bilinen dedemin köyüne vardım. Ben gelmeden halimi
 Öğrenmiş. Beni Normalden daha fazla bir şefkatle karşılanmıştı. Gönül ehlidir dedem. Konuştuğu vakit dudaklarından dökülen hikmetli sözlerle ruhunda huzuru hissedebilirdin. Neden Daha önce gelmedim dedirtiyordu insana...

N.A
 Günler dedemle daha huzurlu geçiyordu, sık sık çevre köylere ziyarete gider, oralardan şifalı bitkiler toplayıp dönerdik. Dedem, her gittiğimiz yere bahçede özenle yetiştirdiği güzel çiçeklerden bir saksı
 götürüyordu. Eski dostlarını ziyaret etmeyi çok severdi. Onlarla muhabbet tazeler, yardıma ihtiyaçları olanlara da yardım ederdi...
  Günler haftaları ayları tüketirken bu köy; kalbimdeki sızıya ruhumdaki karanlığa şifa olmuştu. Sık sık yaptığımız hasta ziyaretleri neticesinde az olsa bitkiler hakkında bilgi sahibi de olmuştum. Dedeme çıraklık yapmaya başlamıştım. Bitkilerin o sırrına ermek bana huzur veriyordu, karanlıktan aydınlığa çıkartıyordu...
   Bazen geceleri de kapımızın çalındığı oluyordu, insanlar telaşla ne yapacağını bilemeden dedeme koşuyordu. Dedem de insanları yardımsız bırakmıyordu ne vakit olursa olsun yardıma koşuyordu.
 Yine bir gün, gundüzü sıcak mı sıcak bir günün akşamına garip bir şekilde gökyüzü gri bulutlar sarmaya başlamıştı. Aniden yağmaya başlayan yağmur köy halkını hazırlıksız yakalamıştı, sokaklarda oynayan çocukları, tarlada bahçede çalışan köylüyü... Uzun uzun yağmıştı, gökyüzü suyu tuttuğunda ve yeryüzü suyu yuttuğunda geriye zail olan emekler, yıkılan evler, kaybolan hayvanlar ve insanlar, yükselen ağıtlar ve çığlıklar...

  Korku ve Ümit arasında geçen bir kaç gün sonrası yaralar sarılmaya, hüzünler dağılmaya umutlar tekrar yeşermeye başlamıştı. Bu arada dedemle bana çok iş düşmüştü. Her gün 5-10 hastaya bakmaya gider olmuştuk. Bazen tedavisi kolay hastalara beni tek gönderiyordu dedem, ilk başta korktum çekindim ama sonra annemin bana hastalandığımda içirdiği basit şeyleri düşününce aslında çok da zor olmadığını fark ettim.
 
N.A
   Soğuk havanın camı buğulandırdığı bir sabah dedemi yatakta halsiz bir halde gördüm. Tedavi edilme sırası ona gelmişti. Bana yapmam gerekenleri söyledi ve ona güzel bir karışım hazırladım. Yatıp dinlenmesi gerekiyordu. O sırada bahçe kapısı aralandı. Dedem rahatsız olmasın diye hemen dışarı çıktım, bahçede yaprakları henüz dökülmemiş güllerin arkasında gözlerinden yaş süzülen genç bir kız bekliyordu.  Kıyafeti dikkatimi çekmişti, alelacele seçilmiş ev halini dışarı taşımış gibiydi.  Doğal masum bir bakışı vardı,  bana doğru yürürken ayağında ayakkabı dahi yoktu... Ayağında terlikle, ağlamaklı ses tonu ve yardıma muhtaç duruşu ile annesinin çok hasta olduğunu güçlükle söyleyebildi ve dedemin bir an önce gelip bakmasını rica etti. Ne yapabilirdim ki gözü yaşlı bir kızın bu ricasını dedemin hasta olduğunu söyleyip geri çeviremezdim. Genç kız önümde ben arkada yola koyulduk... köyün daha önce hic gitmediğim bir mahallesine kadar hiç konuşmadan onu takip ettim

  Fakirliğin sık uğradığı bir mahalleye benziyordu... Eski kırık dökük tahta bir kapıdan geçerek, toprak
damı ayakta tutan dört duvara sığınan dede nine ve torun... Odanın ortasına kurulan eski bir soba etrafında iki yer yatağı... Biri toplanmış düzenli, diğerinde genç kızın dedesi ve başında ateşini sirkeli bez ile düşürmeye çalışan ninesi... Odaya girer girmez rutubet kokusu genzimi yakmaya başlamıştı. Oda soğuktu, kırılan camın üzerine yapıştırılan kartondan odaya giren ışıkta azalmıştı. Bir yaşamın burada sürdürülüyor olması beni vicdanen rahatsız etmişti. Kalben huzursuz olmuştum, ne hayatlar yaşanıyordu, ama biz verilen nimetleri göremez olmuştuk. Buda bizi depresyon deyip oyalayarak yaradana isyana sürüklüyordu...


  Dedenin ateşi biraz düşmüştü ona dedemin öğrettiği karışımlardan içirdim. Bir sure sonra kendine
Geldi ve derin bir uykuya daldı. Aynı karışımdan biraz daha verdim nineme, müsaade isteyerek ayrıldım.  Ninem kapıya kadar bana eşlik etsin diye torununa seslendiğinde genç kızın adini da öğrenmiş oldum; süs ve ziynet anlamında Zehra... Kapıdan çıktığımda hala gözlerinde o masum ifade vardı,  dönüş yolundan eve gelene kadar hâlâ o ortamın etkisinden kurtulamamıştım...






3 Temmuz 2016 Pazar

Mücella-4




 ...Paramparçayım                                                   
  gel sen onar
 beni.....


Günler; sahur-uyku, iftar-teravih-uyku, pide kuyruğu arasında aşk hızıyla geçiyordu...
  Son günler de mücellayı göremez, gülüşünde teselli bulamaz olmuştum...Şehir dışına teyzesinin yanına gitmiş beni de yolunu gözler halde bırakmıştı... Suskunluğuma yokluğu cellat olmuştu. Derinler de büyüyen hasreti içimi yakmaya beni de mecnuna çeviriyordu...
                                                           
Umutsuzluk mu,yoksa ince derin bir şikayet mi?
Yoksa
Faaliyet içinde geçen gece ve gündüzlerimizin bizi bıraktı
ğı anlarda kalbimizi eline geçiren ve henüz mahiyetini anlamadığımız melal mi?

  Normalde rutin sakin sıradan hayatım, artık daha da sıradan olmuştu... Yemeden içmeden kesilmiştim, dışarıdan bakılınca hasta bile görünüyor olabilirdim. Annemin endişeli bakışlarını, beni teselli edici önerini, sevdiğim yemekleri yapmaya çalıştığını görmek içine düştüğüm durumun etkisinin dışarıya nasıl yansıdığını gösteriyordu. Ve sonra bir gün...

Dedi ki anam:
Büyü o
ğlum
Tez büyü
Bu acı
Senden daha büyük
Olmadan...

Günler onsuz geçerken, mahallenin ileri gelenleri ramazanın ruhunu genç nesillere yaşatmak istiyordu. Renkli neşeli mahalli sakinleri hep birlikte toplanıp bir mahalle iftarı planlandı.Ben her sıkıcı günler de olduğu gibi tüm gün balkonda oturup Mücellayı bekliyordum..doğru kaç gün olmuştu buralardan sessizce gideli...Gidişiyle benden ne çok şey götürmüştü.
  Kendimi biraz toplayayım diye annem sokaktaki iftar hazırlığına yardım etmemi istedi. O çocukların hevesle çalışma isteklerini görünce bende kendimi hazırlıkların içinde buldum. Masalar ,sandalyeler, ışıklandırmalar, çocuklar için süslemeler...
  iftara doğru mahalle sakinleri ellerinde yemeklerle masaları donatmaya başlamışlardı. birer ikişer derken kısa sure sonra onlarca aile masaları doldurmuştu,yetmediği yerde  çocuklar için özel sofralar kuruluyordu...hava kararıp ışıklar da açılınca görülmeye değer hoş bir manzara ortaya çıkmıştı.. Masalar da  çeşit çeşit nefis ev yemekleri...çorbasıyla, et yemekleriyle, farklı yöresel börek çeşitleriyle, sütlü şerbetli tatlılarıyla, renk renk meyve şerbetleriyle, buz gibi su dolu sürahilerle...masaya en son gelen, kokusuyla tüm masadaki ilgiyi kendine  çeken, ramazana özel pide de geldiğinde....herkesin kulağı kandilleri yanan mahfillerle bezenmiş caminin muezinindeydi...ak sakallı dedelerin nur yüzlü  ninelerin ağızları dualı, çocuklar heyecanlı , sevinçli birazda sabırsız... gözler büyüklerin de... yemeğe onlar başlamadan başlanmayacağını bilecek kadarda edepli...
iftar öncesi yapılan duanın kabul olduğunu bize öğreten mahallemizin sevilen   büyüğü Süleyman efendi, bize o latif sesiyle yaptığı duasının sonunu her seven  sevdiğine elbet bir gün kavuşacak müjdesiyle bitirdiğinde, uzaklardan o top sesi ve hemen ardından ezan sesi bana biraz huzur vermişti.


Aminler gök kubbede ezan sesiyle buluştuğunda,  susuz dudaklar suya..acıkan  nefisler yemeklere kavuşmuştu.Bir yudum su bana yetmişti. Oturduğum yerden  etrafı,  oruç tutan çocukların sevinçlerini seyrettim. Ya çocuk olmalıydık ya da deli...Bu dünyanın sıkıntısı başka türlü çekilmezdi...
Yemekler yendi, üzerine de enfes bir çay servisi yapıldı. Süleyman efendi bize teravih öncesi bir hikaye anlatmak istedi...böyle şeyler hiç huyu değil diye biliyordum ama bize leyla ile mecnunu anlatarak içimdeki yangından haberdar olduğunu ve bana yardım etmek istediğini mi söylemek istedi. Şaşkınlığım  henüz geçmeden Süleyman efendi yanına da çocukları alarak teravih için caminin yolunu tutmak için ayağa kalkınca yanına vardım bana :

Evlat,
Tek kişilik sevgi buz dağını eritmeye yetmiyor. Sevgin büyüdükçe içindeki acı   da büyüyor.  dedi.


İftarlarla sahurlarla ramazanın da sonuna gelmiştik. Artık iyice kötüleşmiştim, yemek yiyemez , kimseyle konuşmaz olmuştum.  Nadiren yataktan çıkabiliyor, biraz balkonda hava alıp tekrar odama çekiliyordum. Biraz kendimi topladığım vakitler mücella için şiirler karalıyordum.Bu arada annem halime dayanamayıp mücellanın annesinin yanına gidip, benim durumu, mücellaya olan sevdamı, ve bunun beni ne hale getirdiğinden bahsetmiş. Benden habersiz yazdıklarımdan bir kaçını da zarfa koyup mücellaya vermesi için annesine vermiş... Bütün bunları ben ancak kâğıtlarımı  bulamadığım zaman öğrenmiştim.

Ramazan bitmiş, bayram arifesinde annem elinde bir mektupla  odama   geldi. Mücellanın bana mektup yazdığını söyledi...heyecanla  zarfı yırtım. Kağıtta sadece kısa bir not vardı...

Niye yazıyorum ki bunları. İçimiz bir dolap değil ki açıp bakalım. Açıp gösterelim. Yine de anlatıyoruz ama. Bizi fark edince eşyaların arasına gizlenmeye çalışan bir böceğe benziyor anlattıklarım. Gelecektim. Ama daha bir kötü hatıram olsun istemedim.

Bir şey söylemedi. Ben de nasıl devam edeceğimi bilemedim . . .defalarca okudum, okudum, okudum...ama bunları söylemesine bir sebep bulamadım. Neden ne olmuştu ki benim bu halim onun için bu kadar önemsiz olmuştu....
Uzun bir sessizlik oldu...uyudum sanmıştım, fakat gözlerimi bir hastane odasında açtığımda durumun ciddiyetini anladım. Baş ucumda annemi gözlerimi   açmamı beklerken buluyorum.

                                     ÷     ÷     ÷      ÷      ÷      ÷       ÷



    Çok uzaklarda bir yerde,çiçeklerle süslenmiş huzur dolu bir bahçede tek başına oturmuş elindeki  nota gözlerinden süzülen yaslar damlarken uzaklara dalan mücella...mürekkebi akan yazılarda ahmetin sevdası...

AyrıIıkIa başım belada Gözlerini çevir gözlerime Yoksa ben Sensiz bu   sessizIikIe.Deli gibiyim sensiz bu sensizIikIe.

Yaslan göğsüme sevdiğim
Benim gönlüm gök gibidir açık deniz gibidir
Pas tutmaz benim içim yeryüzü gibidir
Toprak gibidir
Sen ki bulut gibisin
Ay gibisin güneş gibi bazen


Mehmet Akif İnan, Erdem Beyazıt, Cahit Zarifoğlu'na selam olsun....

                                                                                                MÜCELLA-5

-TÜL KEDİSİ-

ABSURD GENCİN AĞZINDAN: Yıl 1990 İstanbul’da, güzeller güzeli bir kız, fedakâr bir anne, cefakâr bir baba varmış. Anne ölünce bab...