Bir şehir kadar kaIabaIıktır bazılarının yaInızIığı...
N.A |
Mevsimler,
geçmişten birer parçamızı alarak ilerliyordu, durmak bilmeyen zaman,
sevdamızdan gayri her şeyimizi tüketiyordu. Sevdamız halen tazeliğini koruyordu
fakat özlemimiz ve hasretimiz zamana yenik düşmeye başlamıştı
Mavi gökyüzü kendini gri bulutların hâkimiyetine
bıraktığında, sevdanın ateşi gönlümüzde yanmaya devam ediyordu. O'nun gidişi
benden çok şey götürmüştü, tekrar toparlanmam yine O'nun sayesinde olmuştu. Ama
bu sefer bir yanım eksikti.
Hastaneye son zamanlarda pek sık gider olmuştum,
ben bir hastalığımın olduğunun farkındaydım fakat bana ne olduğunu söylemiyorlardı,
bende zaten öğrenmek istemiyorum. Nedense artık yaşamak için bir mücadelenin
içine girmek istemiyordum. Sebebim sebepsiz gideli, hayattan tad alamaz
olmuştum...
Kurumuş yaprakların rüzgâra esiri gibiydim,
halk içinde garip kalmıştım... Artık hastaneye de gitmek istemiyordum... Ne
olduğunu bilmediğim hastalığın tedavisinden ne fayda bekleyebilirdim. O'nun
kokusunu aldığım bu sokaktan, mahalleden ve bu semtten biran önce gitmeliydim.
Aramıza onca mesafe ve zaman girmişken bile bitmeyen bu özleyiş, benim
buralardan gitmemle bitecek miydi?
Uzaklardan bir haber bekler gibi bekliyordum
seni, belki özlersin de, yaşanabilir hayat için umut olursun...
Evden çıktığımdan bu yana koyu soğuk bir
yalnızlık beni çepeçevre sardı. Uzun süren yolculuk dan
Sonra muhitin
de attar Mehmet Efendi diye bilinen dedemin köyüne vardım. Ben gelmeden halimi
Öğrenmiş. Beni Normalden daha fazla bir
şefkatle karşılanmıştı. Gönül ehlidir dedem. Konuştuğu vakit
dudaklarından dökülen hikmetli sözlerle ruhunda huzuru hissedebilirdin. Neden
Daha önce gelmedim dedirtiyordu insana...
Günler dedemle daha huzurlu geçiyordu, sık sık
çevre köylere ziyarete gider, oralardan şifalı bitkiler toplayıp dönerdik.
Dedem, her gittiğimiz yere bahçede özenle yetiştirdiği güzel çiçeklerden bir
saksı
götürüyordu. Eski dostlarını ziyaret etmeyi
çok severdi. Onlarla muhabbet tazeler, yardıma ihtiyaçları olanlara da yardım
ederdi...
Günler haftaları ayları tüketirken bu köy;
kalbimdeki sızıya ruhumdaki karanlığa şifa olmuştu. Sık sık yaptığımız hasta
ziyaretleri neticesinde az olsa bitkiler hakkında bilgi sahibi de olmuştum.
Dedeme çıraklık yapmaya başlamıştım. Bitkilerin o sırrına ermek bana huzur
veriyordu, karanlıktan aydınlığa çıkartıyordu...
Bazen geceleri de kapımızın çalındığı
oluyordu, insanlar telaşla ne yapacağını bilemeden dedeme koşuyordu. Dedem de
insanları yardımsız bırakmıyordu ne vakit olursa olsun yardıma koşuyordu.
Yine bir gün, gundüzü sıcak mı sıcak bir günün
akşamına garip bir şekilde gökyüzü gri bulutlar sarmaya başlamıştı. Aniden
yağmaya başlayan yağmur köy halkını hazırlıksız yakalamıştı, sokaklarda oynayan
çocukları, tarlada bahçede çalışan köylüyü... Uzun uzun yağmıştı, gökyüzü suyu
tuttuğunda ve yeryüzü suyu yuttuğunda geriye zail olan emekler, yıkılan evler,
kaybolan hayvanlar ve insanlar, yükselen ağıtlar ve çığlıklar...
Korku ve Ümit arasında geçen bir kaç gün
sonrası yaralar sarılmaya, hüzünler dağılmaya umutlar tekrar yeşermeye
başlamıştı. Bu arada dedemle bana çok iş düşmüştü. Her gün 5-10 hastaya bakmaya
gider olmuştuk. Bazen tedavisi kolay hastalara beni tek gönderiyordu dedem, ilk
başta korktum çekindim ama sonra annemin bana hastalandığımda içirdiği basit
şeyleri düşününce aslında çok da zor olmadığını fark ettim.
Soğuk havanın camı buğulandırdığı bir sabah
dedemi yatakta halsiz bir halde gördüm. Tedavi edilme sırası ona gelmişti. Bana
yapmam gerekenleri söyledi ve ona güzel bir karışım hazırladım. Yatıp
dinlenmesi gerekiyordu. O sırada bahçe kapısı aralandı. Dedem rahatsız olmasın
diye hemen dışarı çıktım, bahçede yaprakları henüz dökülmemiş güllerin
arkasında gözlerinden yaş süzülen genç bir kız bekliyordu. Kıyafeti dikkatimi çekmişti, alelacele
seçilmiş ev halini dışarı taşımış gibiydi.
Doğal masum bir bakışı vardı,
bana doğru yürürken ayağında ayakkabı dahi yoktu... Ayağında terlikle,
ağlamaklı ses tonu ve yardıma muhtaç duruşu ile annesinin çok hasta olduğunu
güçlükle söyleyebildi ve dedemin bir an önce gelip bakmasını rica etti. Ne
yapabilirdim ki gözü yaşlı bir kızın bu ricasını dedemin hasta olduğunu
söyleyip geri çeviremezdim. Genç kız önümde ben arkada yola koyulduk... köyün
daha önce hic gitmediğim bir mahallesine kadar hiç konuşmadan onu takip ettim
Fakirliğin sık uğradığı bir mahalleye benziyordu...
Eski kırık dökük tahta bir kapıdan geçerek, toprak
damı ayakta
tutan dört duvara sığınan dede nine ve torun... Odanın ortasına kurulan eski
bir soba etrafında iki yer yatağı... Biri toplanmış düzenli, diğerinde genç kızın
dedesi ve başında ateşini sirkeli bez ile düşürmeye çalışan ninesi... Odaya
girer girmez rutubet kokusu genzimi yakmaya başlamıştı. Oda soğuktu, kırılan
camın üzerine yapıştırılan kartondan odaya giren ışıkta azalmıştı. Bir yaşamın
burada sürdürülüyor olması beni vicdanen rahatsız etmişti. Kalben huzursuz
olmuştum, ne hayatlar yaşanıyordu, ama biz verilen nimetleri göremez olmuştuk.
Buda bizi depresyon deyip oyalayarak yaradana isyana sürüklüyordu...
Dedenin ateşi biraz düşmüştü ona dedemin
öğrettiği karışımlardan içirdim. Bir sure sonra kendine
Geldi ve derin
bir uykuya daldı. Aynı karışımdan biraz daha verdim nineme, müsaade isteyerek
ayrıldım. Ninem kapıya kadar bana eşlik
etsin diye torununa seslendiğinde genç kızın adini da öğrenmiş oldum; süs ve
ziynet anlamında Zehra... Kapıdan çıktığımda hala gözlerinde o masum ifade
vardı, dönüş yolundan eve gelene kadar
hâlâ o ortamın etkisinden kurtulamamıştım...