20 Eylül 2014 Cumartesi

MÜJGAN İLE RIZA -4-


 
 # RIZANIN DÖNÜŞÜ #

  Yorgunluğun üzerine içilen bir bardak çay gibiydin be Müjgan.... Yılların eskitemediği o kareli gömleğim de artık eskidi..Artık kendi yağım da kavrulmayı da öğrendim be müjgan, bilirim sen pek yağlı sevmezdin... Ama ne önemi var simdi bütün bunların
   Aradan uzun bir zaman geçmiş diyorlar, gurbet yılları şekersiz cay gibi...babaannemin o olmayan kurabiyelerini yemek...kebabın yanında bir türlü gelmeyen o ayran...şişkinliği alsin diye arayıp  bir bulunmayan soda gibi.....soda demişken nerdesin be mujgan...
    Mahalleye dönüşüm bu sefer sessiz olmuştu, sabaha karşı girmiştim o mujgan kokan sokağa... Uzaktan ezan sesi duyuluyordu tenha sokak aralarından ayak sesleri cemaate yetişmeye çalışan ihtiyar dedeler....
    Baba evine varmadan onceki son Yokuşu da adımladım ağır ağır...benim icin o yokuşun adı " mujgan Yokuşu" olmustur...hep zor olmustur o yokuşu çıkmak...

    Artık mujganlarin evinin ışıkları da yanmıyordu, yoktu artık o, kokusu da azaliyordu....demek artık mujgan kokan sabahlara uyanmayacagim mahallemiz sabahları mujgan kokmayacak, sucuklu yumurta kokusu kaplayacak tum sokağı artık...
  Başkasına yâr etmişler mujganımı, fakir ama gururlu bir kumarbaza vermis onu zalim babası....Destanlari dillerde olan o guzelin sonunun başlangıcı böyle mi olacakti...Hergün guzel giyinenin bayramda g.otu açıkta kalırmis...fakirin fakirligi de bir baska zor olur, zenginlik ugruna herşeyini ortaya koyan elbette ortada kalır...

    Kader ağlarını örüyordu mujgan için...çilekli pastalı hayatı çileye dönecekmis, kan kusacak ramazan şerbeti içtim diyecek...Fakirlikten kurtuluş için kumara sarılan kocası herşeyini zamanla kaybeder.Vefakar Müjgan kocasının borçları yüzünden kötü yoldaki pavyona düşer...çil çil çilelenen hayatı gençliğini sarhoş masalarında meze yapmıştı....gece vardiyasnda garsonluktan şarkıcılığa yükselmiş gece aleminin yıldızı olmuş.Karanlik sokak aralarından ışıl ışıl sahnelerde kendini bulmuş mujgan...

   Seni içtiğim her çayın ilk yudumu ile son yudumu kadar sevdim, bunu her sensiz şekersiz çay içtiğim de bir kez daha anliyorum...

    İlk çay içtiğimiz yeri hatırlarsın mısın mujgan...Artık hergün oradayım tıpkı eski günlerdeki gibi belki çıkıp gelirsin diye...iki tane de çay söylüyorum biri bana... ama artık Efkarımı alsın diye çaylarım açık olmuyor, sensiz geceler gibi...seni soruyorum garsona geliyor musun diye...seni hatırlayan garson da bulamıyorum artık...

      İCMEKLE BİTER Mİ BU CAY ? BENDE Kİ BU DEMLIK OLDUKÇA. ..

     Parkın bir köşesinde sızmış halde bizim kamili gördüm, benden sonra kendini ayrana vermis her gece sahile gidip icermiş...İlk başlarda beni taniyamadı oyle baktı baktı ...yıllar nasilda bizi bizden alıyordu, yıllar gecse de mazi her zaman yerinde duruyordu...ahlaksizliğın itibar gördüğü günümüzde aşkın kanunları yeniden yazilmaya çalışılıyor...modern gençlik artık ferhat ile şirini leyla ile mecnunu sallamiyor, artık su için dağları ferhat delmiyor devlet yapıyor o işleri ... artık mecnunda unutuldu çöller de biri gidip baksın diyen yok, leyla'lara  da fabrikatör oğlu mecnun'lar buldular artık.


       Müjgan dan ayrıldığim o günden sonra kendimi bilmez halde boşluk içinde kendime yer arıyordum.kendimi bir akşam üzeri eski bir dergah önünde buldum, nasil oraya geldim bilmiyorum ama bir güç beni çekti....tayyar dede etrafında da birkaç talebesi ile dergahında meşk ediyordu, havala dar iyiyce bozmuştu etmeliydi tayyar dede mest...
   Tayyar dede'den destur aldım geçtim bir köşeye...sohbet halkasından nasiplenmiş oldum, gönlümü okudu mübarek, deruni aşk üzerine ne de güzel sözler söyledi...Nasihatları kısa ve özdü, akşam ezanıyla girdiğim dergahından yatsı namazı sonrası ayrıldım...
   İftarı beklemek gibiydi seni beklemek gelmeyeceğini bile bile...sen benim bayram sabahlarında giyemediğim bayramlıklarımdın, bayram ziyaretlerimdin, kolonya ikramından sonra bir türlü gelmeyen şeker gibiydin...Bizim sevdamız da 8 yaşına kadar aldığımız bayram harçlığı gibi olmuştun...
   İlkokul yıllarımı hatırlatan o kitap defter kokusu gibisin, şimdi okullu olduk sınıfları doldurduk dediğimiz günler ne de hızlı geçti...simdi iş güç sahibi olduk ama gönlümüzü doldurmadık.sen benim uzun cümlelerimin bir türlü gelmeyen o yüklemi gibiydin...Gel artık be mujgan sonbaharda gelemiyorsan ilkbaharda gel yanlız gel sensiz gel çünkü senden yeterince bende var...
 Bir daha  mahalleye gelmedi müjgan, gelemedi...

 
Ah Müjgan Ah

sevgimizin bir tanesiydin müjgan.
saçları sırtına kadar sırma sırma dökülür,
elleri ufacık, gözleri dört defa lacivertti.
ve de her ne hikmetse o da bana gönüllüydü.
öyle bir sevdim ki müjgan’ı,
dünyamı şaşırdım, haddimi bilemedim,
evleniriz gibi geldi bana.
evimiz, yuvamız olur, ışığımız yanar,
fakir soframız kurulur gibi geldi.
sahil bahçesinde gazoz içerekten
gizli gizli mal-ü hülya kurardık.
sonrada çarşılara giderdik.
eşya beğenirdik elden düşme;
aynalı konsolumuz
topuzlu karyolamız bile olacaktı.
müjgan’ın her an her bi daim yanında olacaktım
ama olmadı gitti.
nereye mi ?
paraya gitti abicim paraya
nasılda sevmiştim yıllarca ben seni
her akşam bekledim yollarını
elbet bir gün biz yuva kurarız derken
duydum evlenmişsin sen zengin bir gençle
zengin olsaydım sensiz kalmazdım
her an düşünüp seni hiç ağlamazdım
param olsaydı aşkım kalırdın
seve seve yanımda benimle yaşardın
nikah resimlerimizi de çektirdiydik.
sonra karpuzcu raşit ağabeyinin
kayınbiraderine borç ederekten
nişan yüzüklerimizi de yaptırmıştık.
ama müjgan takmadı bunu
takamadı uçuverdi elimden.
meğer gizlice altın bir kafes bulmuş kendine.
müjgan’ın gelinliğini hususi diktirmişler,
benim gibi kiralık tel duvak almaya kalkışmamışlar yani
öyle sevindim ki.
mesut ve bahtiyar olsun diye dualar ettim hergece
sonramı ne oldu
müjgan gibi bende
birbirimize ettiğimiz sözleri
ettiğimiz yeminleri unuttum.
bir daha mahalleye gelmedi müjgan, gelemedi.
bizim dar ve eski sokaklara otomobili sığmıyormuş dediler.
senede birkaç ay zaten avrupa’daymış dediler.
zaman şifalı bir ilaçtır unutursun dediler,
unuttum bende unuttum
hiç aklıma gelmedi.
hatırlamıyorum Müjgan’ı
hatırlamıyorum şimdi
Bu şiiride ben yazmadım zaten
Unuttum abi bende unuttum
Hatırlamıyorum şimdi
Müjganın gözleri ne rekti

                          SADRİ ALIŞIK 

   
   

1 Eylül 2014 Pazartesi

KİLİSE GÜNLÜĞÜ---2




     İlkbahardı…Kışın acı soğuğunun ılık hissedilmeye başlandığı vakitlerdi.....
     Hani sabah uyandığınızda burnunuza yağmurun, toprağın o soğuk, o sessiz yüzeyine bıraktığı o esansı koku gelir ya, insana derin bir nefes alma isteği uyandıran, alınan o derin nefesin ciğerlere dolduğunda insana biraz sevinç biraz hüzün birazda keder yükleyen, bir an ‘benim sonum ne olacak’ diye düşündürür. Tam bu ruh hali üzereyken bir ses böler... Hani o ruhi çalkantıları, tıpkı yağmur sonrası  yazın bakmaya doyamadığımız o tarih kokan evlerin saçaklarından damlayan sulardan kaçarken bir şerefi bozuğun çıkıp arabasıyla sizin fakir ama gururlu elbiselerinizin üzerine yolda birikmiş pis suları sıçratmasıyla aslında sizin ne kadar  aciz bir yapıda olduğunuzu, kendini beğenmiş ve artistliğin kışın işe yaramadığını gösteren sıradan bir gündü...
 
   Hayat bütün sıradanlığıyla akıp gidiyordu, kilise daha önce hiç böyle olduğu kadar sakin ve ıssız olmamıştı. Kısa bir süre önce papaz Andrea ölmüştü yerine 1.Alfonzo kilisenin başına geçmişti. Artık papazdı ama illegal bir papazdı, Andrea’nın ölümü üzerine papa kilisenin kapatılmasını istemiş fakat Alfonzo burdan gitmemek için kilisenin bulunduğu araziyi satın almış parasını papa’ya göndermiş ve kiliseyi kapatmaktan kurtarmıştır, artık burası özel şahsa ait bir kilise olmuştur ve ismini ‘Yüce Alfonzo’ olarak değişmiştir.



  Alfonzo kilise işlerine tek başına artık bakamaz olmuştur. İş yoğunluğu artmış artık insanlar daha çok günah çıkarma seanslarına gelmekteydi çünkü, Alfonzo bunun için çok emek harcamıştı, hapishane arkadaşlarından birine kiliseye çok yakın olmamak şartıyla sahil kenarına çıplaklar kampı kurmasını istemiş ve ona maddi destek sağlamıştır, o eyalette bulunan büyük bir üniversiteye gidip rektörle görüşerek kilisenin yakınına bir fakülte açmalarını Tanrı adına istemiştir. Çok kısa sürede iki projesi de hayata geçen Alfonzo, bu şekilde insanların ahlaklarının bozulacağını ve daha fazla günah işleyeceklerini ve neticede de işleri artacak ve paraya para altına altın dememeye başlayacaktı... Kısa bir süre sonra  insanlar daha fazla kiliseye gelmeye başlamıştı. Ve işte bu yüzden Alfonzo iş yükünü hafifletecek bir yardımcı arıyordu. Bu yüzden yerel bir gazeteye ilan verdi.

  Cıvarın en yaygın, en popüler ve en marjinal gazetesi olan ‘Capitals Time’ yeni dünya düzeninde kapitalizmin dişlilerinin iyi yağlanması gerektiğini savunan ve uğrunda her türlü propagandayı yapmaktan çekinmeyen bir gazetedir. Kapitalizm, ‘Tanrının yeni dünya düzeninde halkların daha fazla özgürleşmesi, refah ve huzura erişmesi için insanlara açtığı bir kapıdır’ sözünü kendilerine düstur edinen bir yapıya sahiptiler..

  Alfonzo kendi fikirlerine yakın olan bu gazeteye ilanını çok sade ve açık bir şekilde vermişti.
“Kendisine Aşırı güvenen
  Yalakalıkta sınır tanımayan
  Ağzı iyi laf yapabilen
  Biraz dini, bolca siyasi ve magazinsel bilgiye sahip
  Askerliğini yapmış, Bekar veya Dul
  18-30 yaşlarında Rahip ve Rahibeler aranmaktadır.”

  İlanın verilmesiyle birkaç aday gelmişti, fakat Alfonzo bunlar arasından istediğini bulamamıştı.. Bir ikindi vaktiydi tek başına kilisenin bahçesine geçen günler de Belediye başkanın günahları karşılığı aldırttığı banklardan birine oturmuştu elinde bir büyük fincan sütlü kahve yanında tıpkı babaannesinin yaptığı gibi yapılmış ve Tanrı için kiliseye sunulan birkaç fındıklı kurabiye vardı. Bir yandan sıcak sütün kokusu diğer yandan yine belediye başkanına yaptırmış olduğu güzelim bahçenin çiçeklerinin kokusu. Bu eşsiz zevk şölenine geçen gece gittiği şeytan çıkarma seansı sonucu hediye edilen ayakkabının rahat ve sıcaklığı da eklenince, üzerindeki %70 ipek %30 pamuk marka gömleği bir anda hangi günahkarın günahı için kefaret olarak verdiğini bile unutmuştu..

  Bütün zevk ve sefanında bir sonu olmalıydı, bu da öyle olmuştu kahveden aldığı yudumunun son yudum olduğunu ve kurabiyelerden de sadece kırıntılar kaldığını öğrenmesi çok uzun sürmedi ve tüm bunlar yaşanırken, kilisenin o otantik paslı ağır kapısı gıcırdayarak ve giderek bir homurtunun yüklemesiyle açılıyordu. Yılların eskitemediği fakat sadece çürütüp paslandırdığı bu kapıdan hızlı adımlarıyla kısa boylu şişman yirmi altısından bir türlü gün alamayan, çocukken bar kapısında bırakılmış bir haleti ruhiye ye sahipmiş gibi görünen bir zenci girdi.
 
  Uzaktan adi bir pislikmiş gibi görünen bu adam, hantal umursamaz, serseri adımlarıyla Alfonzonun olduğu yere doğru yürüyordu. Tek yetkilinin o olduğunu bilmiyordu araştırmacı yönünü sergilemek için güzel bir ortam diye düşündü ve sohbeti başlattı…

-    Naber dostum ben Bob. Hani şu ilan var ya, ben onun için geldim ne dersin dostum beni patronunla görüştürecek misin?
-    …….!!
-    Hadi ama ahbap, burada senle konuşmaya çalışan bir zenci var, beni duysan diyorum artık.
-    ………..!!!

Alfonzo konuşmuyor sadece bu çok konuşan zenciyi süzüyordu, aradığı özelliklerin olup olmadığına bakıyordu. Fakat zenci giderek kelimelerini ve ses tonunu sertleştirmeye başlamıştı.

-    Hey lanet olsun dostum. Şu lanet ağzını açta, karşında duran lanet zenciye, birkaç lanet kelime et. Come on.. Dostum ben oradan büyük bir beyaz pisliğe mi benziyorum ki bana cevap vermiyorsun. Dua et Tanrının evindeyiz yoksa senin o lanet kıçını tekmelemek için seni ayağa kaldırmıştım...

-    Hoş geldin evlat.. Ben buranın tek rahibi, patronun, mal sahibi mülk sahibi hatta ilk sahibi Rahip Alfonzo Margari

-    Evet anlıyorum, demek o yüce şahsiyet, o iflah olmaz akıl fikir ve düşünce sahibi, deryaların ilim ve hikmetiniz yanında beyaz bir pislik kadar küçük kaldığı muhterem zat sizdiniz demek, sizin bu sınır tanımayan ululuğunuzdan çok etkilenmiş olan şu lanet bedenimi sizin o aydınlık yolunuza kurban etmeye geldim. Dostum Victor her zaman şöyle derdi “ Ete kemiğe büründük, Victor diye göründük”

-    Victor mu dedin sen, hangi Victor bu?

-    Hey dostum yoksa sen Victor’u tanımadığını mı söylemeye çalışıyorsun hey adamım o bir efsaneydi, yer altı dünyasının prensiydi, şövalyesiydi, o ve çetesi tarihe geçmiş büyük pisliklerdendir.. Zamanında beni de kolladı, lanet bedenim şu an karşındaysa bu onun sayesindedir.

-    O Victor, bu Victor demek…. Victor’la geçmişte yakın arkadaştık, bana bir şey olursa adımı söyleyen herkes yardım etmemi istemişti..

-    Demek sende onunla birlikte çalıştın dostum, öyle büyük bit insanın öldürülmesi yer altı dünyasında büyük bir kaosa sebep oldu, onun yeri hala doldurulamadı…

-    Ona kıyanları Tanrı affetmeyecektir evlat, Tanrının laneti onları saracaktır yakında. Artık Victor’un dostu benim dostumdur, bu iş senindir evlat. Hemen git gazeteye Tanrı yardımcısını buldu ilanı kaldırabilirsiniz de. Dur ama önce çay içelim sonra git Tanrının hizmetine başla…
 
                                                                                   KİLİSE GÜNLÜĞÜ-1


-TÜL KEDİSİ-

ABSURD GENCİN AĞZINDAN: Yıl 1990 İstanbul’da, güzeller güzeli bir kız, fedakâr bir anne, cefakâr bir baba varmış. Anne ölünce bab...