10 Ocak 2017 Salı

METROBÜS -1


GÖTÜR BENİ GİTTİĞİN YERE....






  Günün ilk ışıkları, yüzüme lanet perdenin arasından vururken alarm defalarca çalmış, ben yine derse geç kalmış bir şekilde uyandım. Yataktan fişek gibi bir kalkmışım; terliğimin diğer tekini arama zahmetine dahi girmeden, çeşmesinden pas akan banyodan duşumu aldım. Ütüsüz gömleklerimden birini seçip kendime takım elbisenin içine hapsederek evden çıktım.Çıkmaz olaydım. Ev sahibinin küçük oğlu 3 aylık kira borcum için pusuda beni bekliyordu. Beni görür görmez lanet cırt sesiyle annesine seslendi.  An itibariyle kapı önünde gereksiz bir kalabalık oluştu.  Evin reisi baba, ekonomiden ve kiracılarla iletişimden sorumlu anne ve farklı ebatlarda boy boy aile bireyleri. Tüm gözler benim üzerimde, ortamda sessizlik hâkim… Benden makul bir açıklama beklemedikleri gözlerindeki o; ver artık şu kirayı bıktık senden bakışından belli oluyordu.  Gözlerimi o bakışlardan kaçırıp kapı aralığından sinsice yaklaşan; muhtemelen ocaktan yeni alınmış masaya tam da tulum peynirinin yanına yeni konmuş menemene çeviriyorum.

    Kendimi toparladım. Derin bir nefes aldım. Beyin loblarımı harekete geçirdim ve çılgın bir manevra ile tüm dikkatleri masada bulunan menemene çekmeye başladım. Konunun ayak üstünde değil de masa başında sıcak ekmeği menemen ile buluşturarak yapmanın daha doyurucu olacağına tüm aile bireylerini ikna etmiştim. İşe geç kalmıştım ama bu menemeni de burada yalnız bırakamazdım.

Oval kahvaltı masasındaki üçlü zirveden iki tarafın da memnun ayrılmasına vesile olan menemene şükran borçluyuz. Tanrı onun tuzunu eksik etmesin.  Borçlar konusunda kısa vadede verebileceğim en iyi teklif onlara uzun vade de umut vermek oldu.
 Menemenin içimi ısıtan sıcaklığı derse geç kalmışlığımı unutturdu. Ama olsun bugün en azından kantinin o susamsız kuru simidini yemekten kurtulmuştum.

Saat sekize on var… Mesai 08.30. Patron 8:45’te şirketin kafeteryasında çay 09.00’da makam odasında kahve içer. Saate bakıyorum... Ooo baya zamanım da kalmamış.  Şimdi şu gelecek metrobüse binsem 40 dakikaya şirketin karşındaki durakta artı 10 dakika yürüyüş mesafesi… Şirkete giriş asansör bekleme de derken odama patrona görünmeden çıkmam 15 dk. Sonuç olarak 08.55 de masamdayım… 5 dk. Kârdayım. Patron kahvesini yudumlamaya başlamadan ben masamda büyükannemin resminin tozunu alıyor olacağım.

Patrondan önce işe gitmem için metrobüsün gelmesine son 4 dk…

3dk…

Lanet olsun
2dk…

Durak dolmaya başladı. Gelmesine garanti gözüyle baktığım neredesin… Geldiğinde bu kalabalıklar arasından sana kavuşabilecek miyim? Binebilenler arasında kendimi görmekte zorlanıyorum.
1dk…
Uzaklardan bir ışık huzmesi, kollarını açmış geliyor… Patron bugün de geç kaldığımı öğrenirse lanet kıçıma tekmeyi basar…
Kapı açıldı. Pazar filesine sokulmaya çalışılan son parça malzeme gibiyim. İnsanlığın kaba etlerinden oluşan bir duvar kapıyı kuşatmıştı... Girmeye çalışmak intihardı, neyle yüz yüze geleceğiz belliydi ama kozmos bize başka şans bırakmamıştı.

Kapıda bekleyiş sürüyordu. Galiba beklenmedik bir şey oluyordu; kalabalık arasından birileri inmeye çalışıyordu. Kapıdaki muhafızlardan yardım talep edildiği haberleri on cephede bulunan yolculardan geliyordu. Herkes suskun, gözlerde korku, kalplerde umut ve heyecan vardı. Kale gibi korunan otobüsten bir veya daha fazla insan için umut ışıkları doğacaktı. Ve o talihli insanlar en azından bugün işe geç kalmayacaklardı.

Otobüste sadece bir kişilik yer açılmıştı. Bu lanet olsun ben bu noktaya kolay gelmedim, dişimi tırnağımı yiyerek geldim. Ne yani şu otobüse mi binemeyeceğim… Tüm lanet gücümü kullanarak bedenimi otobüsün sınırları içerisine sokmayı başardım. Artık içerdeyim. Burada fazla bir yaşam alanı ne yazık ki yok… Kısıtlı havamız var bu yüzden sırayla nefes alıyoruz. Artık kendi aramızda yazılı olmayan bazı kurallar koymuştuk… Sucuk, kelle paça, sarımsak ve soğan (menemenin içindeki hariç) yiyenler metrobüse alınmayacak, gizlice giren veya sakızla yediği haltı gizlemeye alışan uyanıklar derdest edilip en yakın durakta atılacaktı…

Bu konuda ve metrobüse binemeyenlere karşı duygusal tepkiler vermek yasaklanmıştı. Duygusallığa yer yoktu çünkü çok kalabalıktık. Önümüze bakıp yolumuza devam etmeliydik. Şu kısa süreli yolculuklar da birbirimizi her gün göremiyorduk. Bir kişiyi üst üste iki gün görmek ona selam vermeyi gerektiriyordu. Selam verirse almalı, inerken yardımcı olmalı, hapşırmasına müsaade etmemeli,mümkünse ağzını kapatmalı, bu en önemi kurallardandı. Derin nefes almak yasaktı, alan gafillere sert bir bakış atmak da kurallarımız arasındaydı.

Nihayet bu sefer de yolun sonuna gelmiştik, metrobüs kardeşliğimize bir dem çay mesafesi daha ilave etmiştik. Bugün kardeşliğimiz üyelerinden Muhsin efendinin torunun akşam sünnet helvası varmış, üye kardeşlerini davet etti. Mesai çıkışı gitmeye karar verdik, gidip helvadan nasiplenelim dedik.

09:01…

Odamın kapısını yüzümdeki helvanın sevinciyle açtığımda, babaannemin resminin patronun elinde olduğunu fark ettim. Tansiyon, şeker kolesterol küçük abdest hepsi yerle bir oldu. Hele o yüzündeki seni şimdi kovacağım bakışı beni benden aldı. Kafamı çevirip saate bakayım dedim… Deyiş o deyiş. Karnım ağrımaya, başım dönmeye ve finalde de beyaz bir ışık görünmeye başlandı.





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

-TÜL KEDİSİ-

ABSURD GENCİN AĞZINDAN: Yıl 1990 İstanbul’da, güzeller güzeli bir kız, fedakâr bir anne, cefakâr bir baba varmış. Anne ölünce bab...